2010/09/15

Haliç'ten Beter Kokmak

Gündeme bomba gibi düşen ve halen görev başındaki bir Emniyet Müdürü tarafından yazılmış bir ilk olan bu inanılmaz kitabı birçoğunuz gibi ben de bir solukta okudum...
Daha ilk sayfalarda beynime bir mıh gibi kazınan ve aslında tüm kitabın özeti niteliğinde olan aşağıdaki satırlar özellikle de 12 Eylül Referandumu sonrası aklımdan bir an bile çıkmıyor.


Sanki artık her yer, her şey pis kokuyor benim için...
Dayanılmaz ve iğrenç kokuyor...

Sanki kendi elleriyle kazıp bir lağım çukuruna benzettikleri bu ülkenin içine kendileriyle beraber bizi de çekiyorlar birileri, olanca güçleriyle...

''Sanki'' mi dedim?
Sanki değil!
Ne yazık aynen öyle ve gerçek bu kadar vahim...

''İstanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de. Her gün akşam geç saatte, özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize giderken Haliç'ten geçiyorduk. Haliç o zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum. Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu. Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü. Daha yaklaşmadan Ok Meydanı'nda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli geçinceye kadar.

Fakat Haliç'in etrafında yaşayan insanlara bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı piknik yapıyordu. Bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar ve bu ortamın çirkinliğini göremiyorlardı. Ne kadar kötü ve sağlıksız bir ortamda bulunursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına varamıyordu.

Bir an için düşündüm. İnsanın içinde bulunduğu koşullara gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi? Yoksa düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı etkileyen unsurlar için de geçerli miydi? Aynı şekilde ortama uyum sağlama anlayışını toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak, içinde yaşadığımız çok kötü ortamı bile normalleştirmiştik. Dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk.

İnsanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey söz konusu. Hürriyetlerin kısıtlandığı, baskının hakim olduğu, yanlış ve mantığa uygun olmayan bir Türk idare sistemi, Türk toplum yapısı ve özellikle kirli, yozlaşmış bir kamu sistemi içerisinde uzun süre kalan ve bu atmosferi teneffüs eden insanlar, bizler, hepimiz, bu ortamın kötülüğünü, pisliğini artık algılayamıyoruz. Bu durum bizi rahatsız etmiyor. Haliç'teki pis kokuya rağmen piknik havası içinde yiyip içip oynayanlar gibi biz de bu pis ortama en ufak bir tepki koyamıyoruz. Halbuki dışarıdan bakıldığında bu durum dayanılacak ve kabul edilecek gibi değil.

Herkes biliyor ki bu ülkedeki ihaleler büyük oranda hileli. Bu ülkede tapu, trafik, gümrük gibi birçok kurum rüşvet batağında. Yolsuzluk ve usûlsüzlük, usûl, esas haline gelmiş. Adam kayırma, torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede işlerin doğru ve dürüst yürütülmediğine inanıyor ama en büyük usûlsüzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en çok karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor; en rüşvetçi kişi en itibarlı kişi olarak kabul görüyor.

Bu örnekleri alabildiğince çoğaltmak mümkün. Demek ki çoğunluk, pis ve kirli, her türlü yanlışlığın bol olduğu bu ortama uyum sağlamış, bu durumu kanıksamış ve normalleştirmiş.
Bu durumu görebilmek ve algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor. Başka bir ülkede bir müddet kalıp oradaki şartları gördükten sonra o pis kokan Haliç'in durumunu farkedip, bunun yanlış olduğunu göreceğiz. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlarda pislik her yana yayılmasına rağmen maalesef hiçbirimiz Türkiye'deki bu sistemin yanlışlığını algılayamıyor...''