08/11/2013

Oyuncu Ali Bahadır Bahar İle Söyleşi

Ali Bahadır Bahar ile söyleşi yapma fikri aklıma geldiğinde hiç tereddüt etmeden birkaç soru hazırlamıştım kafamda. Konuşmaya başladığımızda röportaj yapacağımızı sanmıştım çünkü.
Ama bir de baktım ki konuşma kendiliğinden söyleşiye dönüverdi.

O çok yönlü bir adam...
Hem bir oyuncu hem de yeni çağın genç blog yazarlarından biri.
Babali Yokuşu adlı blogunda ''devrik duygusal'' yazılar dökülüyor kaleminden.
Bu güzel yazıları gece yazdığını, söyleşi sırasında öğrendim.
O nedenle hemen girişte paylaşmak istiyorum:

"Uykunun ve kelimelerin içinde yok oluyorum; yavaş yavaş.
Dibin ötesindeyim. Kalbim yoruldu dünyaya bakmaktan, gözlerim ağrıyor güneşe bakmaktan...
Şimdi sen uyuyorsun ya geçmişin içinde varolmak için, ben gelecekte bi' yerlerdeyim,
belki bi' kuşun kanadında... Bir kayanın üstünde el ele dünyayı izliyoruz.
Kalbimiz metrukluğunu koruyor uykusuz geçen her gecenin ayazında...
Deliler islik çalıyor kayanın yamacında.
Onların ruhu mu tutsak bedenine, yoksa biz mi uzağız ruhlarımızdan?
Seninle elele tutuşurken ruhlarımız ağlıyor içi boşalmıs bedenimizin içine...
aynı rüyanın içinde ağlamak, seni görmek gibi yaşamak..."



Son derece samimi bir yapıya sahip Ali Bahadır. Konudan konuya atlıyor. Bu özelliğiyle Sunay Akın'dan pek bir farkı yok. Hiperaktif bir çocukluk geçirmiş olabileceği de aklıma gelmedi değil :)

Kinestetik birisi olduğundan bahsetti konuşmanın ilk dakikalarında. Aslında iyi mi kötü mü karar veremedim. Bir anlamda ''dokunmatik hastalığı''. İnsanlara ya da nesnelere dokunmadan duyumsayamamak. Sanatçı ruhu taşıyan birine yakışan bir hastalık olduğuna karar veriyor ben de onun peşinden daldan dala atlamaya başlıyorum.

Ali Bahadır Bahar'la konuşurken canınızın asla sıkılmayacağı hemen farkediliyor. Blog yazarlığından öte reklam ve tiyatro oyunculuğu yaptığını, gezmeyi, yalnız kalmamayı, şarkı söylemeyi çok sevdiğini ve hayat boyunca nelerle karşılaştığını anlattı.
Hadi bakalım bu komik ve de nev-i şahsına münhasır adam ile yaptığım söyleşinin sorular kısmına geçelim:

Ali Bahadır Bahar'ı kendi cümleleriyle tanısak biraz?
1980 yılında İzmir'de doğdum. Çocukluğum İzmir Karşıyaka'da geçti. İzmir'de doğanların şanslı olduğuna dair bir şehir efsanesi ile hiç karşılaşmadım. 1990 senesinden beri İstanbul'da yaşıyorum. Farklı sektörlerde, özel kurumlarda uzun yıllarca çalıştım. Çalışmış olduğum kurumlarda tiyatro kulüpleri kurup, oyunlar çıkardım.
Aralık Derneği, Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi (ÇGSM), Beylikdüzü Kültür Sanat Merkezi ve Başkent İletişim Bilimleri Akademisi’nden oyunculuk, diksiyon ve drama eğitimi aldım.

Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi’nin atölyelerine katıldım. ÇGSM'de tanıştığım arkadaşlar ile Tiyatro Tezgâhı'nı kurdum ve Katip Bartlby adlı oyunun yönetmenliğini yaptım. Ayrıca Deniz Erdem'den Eric Morris metod oyunculuk eğitimi aldım. Nurseli İDİZ, Altan ERKEKLİ, Müge ORUÇKAPTAN, Ali İPİN, Uğur DEMİRPEHLİVAN, Ayşe İNCİ, Kerem GÖKÇER, Serdar BİLİŞ ve Müge Wöber gibi tiyatro ve alanında usta olan sanatçılardan eğitim aldım.


Tiyatroya olan bu aşkın nasıl başladığını kısaca özetlemesini istesem?

Sahne tozu ile tanışmam Antakya BU DA Tiyatro Topluluğu'nun Genel Sanat Yönetmenliğini yapan abim Barış Bahar sayesinde oldu. Abim ile beraber sokak tiyatrosu kurduk ve oyunlar sergiledik 1998 yılında amatör olarak başladığım mesleğime profesyonel olarak devam etmekteyim.

Oynamak istediğin bir karakter var mı?
Ya da karakter tercihin genelde nedir?

Oynamak istediğim karakter olmadı, çünkü text gelir ve itiraz etmezsin ve oynarsın ama şimdiye kadar sahnede oynamak istediğim tek karakter; orta yaşta gay bir adam.

Dizi oyunculuğu ile tiyatro arasında ne gibi farklar var sana göre?
Tiyatro'nun gerçekçi ve canlı olduğu yüzyıllardır bilenen bir şey. Yani dizi ya da sinema oyunculuğunda her zaman bir sihir vardır. Klasik ama bu bilinen bir şey. Tiyatroyu izleyen insanları kandıramazsın. TV izleyen kişi bazen Katharsise'ye ulaşabiliyor bu da seyircinin trajedisi oluyor maalesef...

Tiyatro ile ilgili ileriye yönelik düşüncelerin var mı peki?
Elbette var. Bunlardan biri iki katlı bir tiyatro laboratuvarı açıp ücretsiz eğitim vermek.

Türkiye'de hâlâ tiyatroya gitmeyen bir kitle var. Konuya dair düşüncelerin neler?
Aslında şöyle sormak lâzım neden çoğu insan Hamlet'i Ophella'yı Dario Fo'yu sevmiyor. Çünkü sanırım içindeki bastırılmış duyguyu görebileceği tek eğlence yeri sinema ya da evine almış olduğu DVD oynatıcı. Sohbetlerimiz bile artık bir yerden sonra şu hale giriyor ki yaşadığım bir diyalogtur:
-Beni Face'ten eklesene!
-Face kullanmıyorum.
-Aaa! Nasıl kullanmazsın? Hiç sosyal değilsin!


Yani tiyatroya giden ya da kitap okuyan asosyalleşiyor maalesef. Aslında tiyatroyu hıncahınç dolduran bir kitle var. Tiyatronun hiçbir zaman magazinin bir parçası olmadığı gerçeği de. Bununla ilgili böyle bir şehir efsanesi var.
Bu yüzden tiyatro koltuklarını boş bırakmayın. Tiyatro iyidir!

Harika bir mesaj!
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim Ali. Yolun açık, hak ettiğin tüm başarılar senden yana olsun...

Ve...
Ali Bahadır, üzerinde çalıştığı bir senaryodan bahsedince ısrarla yakasına yapışmalarım sonuç verdi çok şükür:) Girişi bir yazıyla başlattık. Kapanışı da o senaryodan ''Azap'' başlıklı bir pasajla bitiriyorum o halde...

Şimdi acısı git gide çoğullaşan bir sancı duyuyordum böğrümde...
Yaşadığım bu acı, terkettiğim vicdan gibiydi. Azap olunamaz bir gereklilikmiş gibi.
Sherlock Holmes olsaydı katilimi, katil zanlısını bulurdu herhalde (Saçmalıyorum Sherlock Holmes diye biri hiç olmadı ki ).
Devinim yaşıyorum şimdi kendi kendime. İçsel ve yarasal...
Küfürler ediyorum.
İnsan ölmeye yakın küfür eder mi?
Göz ucumla yattığım yerden yavaşça kalkmaya çalışıyorum. Odada kimseler yok. Fakat cansız vitrin mankenlerinin olması korkutuyor beni.
Hangisi benim katilim?
Yavaşça yürüyorum odada. Duvarlara, eşyalara tutuna tutuna ilerlerken Hansel ve Gratel'in ekmek kırıntıları gibi, ardımda kan izleri bırakıyorum.
Aynı yere dönmek, aynı noktada ölmek için mi?
Düşüncelerim parmak izlerime yansıyor. Git gide ağırlaşıyor bedenim.
Kalktığım yere dönemem. Mecalim yok ne yürümeye ne de nefes almaya. Mankenlerin arasında dolaşıyorum; tutuna tutuna.
Yanlış sipariş getiren bir garsonun yüzünün kızarması gibi yüzüm kızarıyor.
Tutunduğum duvarda kendimle karşılaşıyor. Aynada ürperiyorum. Tek canlı benim sanki.
Nefesimi daha idareli kullanmaya, zorlamamaya çalışıyor, yine de sağa sola, vitrin mankenlerine küfür etmeye devam ediyorum,...
Kim ve neden öldürmek, yaralamak ister ki beni? Düşmanım yok. Habersizce düşman mı edindim?
Kapı hızla ve aralıklarla çalmaya devam ediyor. Duvardaki saate bakıyorum. Sanki ölümümü kendi kendime tescil edermiş gibi ölüm saatimi kanımla yere, duvara, mankenlerden birinin sırtına yazacağım.
Saat gece yarısını az biraz geçiyor. Net seçemiyorum ağrımı, sızımı. Tercüme edemiyorum yaramı...
Aklıma en son gelen şey bir mektup. Birden bire nasıl oldu ben de bilmiyorum; ama bu mektupta sanırım kaba taslak şunlar yazıyordu:

"Ben seni yıllardır her gece düşünerek uyuyorum. Beni üzen herkesin başına bir şey geldiği için, sana bir şey olmasın diye dua ederek... Çok şey yaşadık. İyi ve kötü; ama hepsi de seninleydi. Seni sevdiğime hiç pişman olmadım. Ne yaşadıysak hepsi dün gibi aklımda. Yaşadığımız güzel şeyleri hiç bir zaman unutmayacağım. Ben de sana hep güvendim, o kadar çok güvendim ki aldattın! Bense sana sarıldım, ağladım göğsünde. Artık göremiyeceksin beni. Nefesin, ömrün olmayacak.''

Kim yazmıştı bu mektubu ve ben bunu ne zaman okumuştum?
Belirsizlik tarif edilemez bir azap içinde...