24/07/2024
Kadınları Zalim Kocalarından Kurtaran Popova
24/01/2021
Kaz Dağı'nın Yörük Kadınları
Geçen haftalarda çarşıda kuyumcunun önünden geçerken gördüğüm bu kadın da Kaz Dağı yörüklerinden. Yöresel kıyafetleriyle şehre inip, nane, papatya gibi kurutulmuş bitkiler ve ahşap el işleri satışı yapan kadınlardan. O gün kocasıyla birlikte kuyumcuda oluşu aklıma birkaç kötü ihtimal getirdiğinden üzülmüştüm. Belki de parasız kalmışlar ve zor günler için biriktirdikleri bir-iki küçük altını bozdurmaya gelmişlerdi. Çünkü ben onların, hiç değişmeyen rengârenk kıyafetleriyle şehrin cadde ve sokaklarında her an karşıma çıkmaları olasılığına aşinaydım.
Bu kadınlar genellikle kafeterya önlerinde, üç nesil bir arada gezerek satış yaparlardı. Büyükanne, genç anne ve sırtına bağladığı 0-3 yaş aralığındaki bebek ya da 4-5 yaşlarında bir kız çocuğuyla beraber. Küçük kız da aynı tarz rengârenk giysiler içinde olurdu. Pandemiyle birlikte pek çok şey gibi onların da yok oluşu, muhtemelen geçim sıkıntısına düşmeleri ne acı.
23/01/2020
Köşe Başındaki Kadın İle Vicdansız Manav
İşte o ayazda kimileri de, üst üste giydiği eskimiş birkaç kabanla soğuğa direnmeye çalışan, elleri morarmış bu anne gibi ekmek derdindeydi.
İkindi ile akşam saatleri arasında köşe başında açtığı tezgâhında marul, maydanoz, tere, roka satıyordu kadın. Pırasa, ıspanak, pazı gibi yeşil sebzeler de...
Vakitsizlikten olsa gerek, kendi bahçesinde, doğal gübreyle yetiştirdiği ve çuvalların içine doldurup getirdiği ürünlerini, mesela maydanoz ve tereleri, tezgâhın başında demet haline getiriyordu. Müşterilerle sohbet etmeyi seven, güleryüzlü bir kadındı. O küçücük tezgâhla, iş çıkışı evine giden insanlara akşam yemeğini tazecik, yemyeşil, mis gibi bir salatayla şenlendirmeleri için bulunmaz bir fırsat sunuyordu.
Geçen gün, akşam üzeri, her zamanki yerinde değildi kadın. İlk kez karşı sokağın ilerisinde, uç kısmında görüyordum onu. Taburesine de oturmamıştı yine ilk kez. Dikildiği yerde sanki diken üzerindeydi. Bir şeyler olmuştu mutlaka. Yanına gittiğimde durduğu yerin çok rüzgârlı olduğunu farkettim öncelikle. Ve uyardım. ''Ama burası çok esiyor. Şu karşıdaki otobüs durağının yan tarafına geçersen siper olur. Bu şekilde hastalanırsın,'' dedim.
10/05/2016
İki Metre Bez Uğruna...
Gün geçmiyor ki kocası ya da sevgilisi tarafından şiddete uğramış bir kadın haberi okumayalım. Ülkemizde her yıl ortalama 100 bin civarında kadının fiziksel şiddete uğradığı ve son 10 yılda (pek çoğu sudan sebeplerle) öldürülen kadın sayısının 4 bin 500 olduğu kayıtlara geçmiş. Korkunç rakamlar bunlar...
Kadın hareketleri bu konuyla ilgili 1960’lardan beri mücadele veriyor.
Şiddetin kaynağı olarak konunun altında erkek egemenliğinin yattığı, toplumun her kesiminde bu durumla ilgili izlere rastlandığı, zira evde uygulanan şiddetin aile genelinde sorunlara yol açtığı, çocuklara da zarar verdiği, fiziksel yaralanmaların yanı sıra özgüven eksikliği, aşırı korku, ruhsal bozukluk veya yetersizlik duygusuna neden olduğu belirtiliyor.
Şimdi hikâyemize geçelim. Ancak, baştan bir uyarı yapayım. Anlatacağım olay, kadına şiddetin en acımasız örneklerinden biri. İçinizi derin bir üzüntüyle dolduracak ve uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız türden. Demem o ki; dilerseniz bu noktadan sonra okumayı bırakabilirsiniz.
Manisa'ya gidenler bilir. Şehrin en işlek caddelerinin kaldırımlarında ufak tefek torbalarda bir şeyler satan köylü kadınlar vardır. Dilencilikle kesinlikle alakâları olmayan...
Geçen yaz ben de tezgâhları dahi olmayan, birbirlerinden uzak iki ayrı köşe başında yere oturmuş, bu şekilde iki yaşlı köylü kadına tesadüf etmiştim. Biri incir ve kiraz satıyordu.
Gelen geçene sürekli ''İncir alın, kiraz alın. Daha yeni topladım,'' diyordu. Ancak, bu sözleri sarfederken ağlıyordu. Sattığı meyveler güzeldi sahiden. Zavallı kadına bakakalmıştım. Neden ağladığına bir türlü anlam verememiş ve fakat soramamıştım da. İçim sızlamıştı...
100 metre kadar ileride başka bir köşede yine bu şekilde oturan başka bir yaşlı kadına rastlamıştım. Üç beş torbanın içinde, köyünden topladığı belli olan değişik otlar satıyordu; ama o sessizdi. Getirdiklerini hemen satıp bitirse bile kaç kuruş kazanacaktı ki? Fakirlikten beli bükülmüştü belli ki. Yazıktı bu zavallı kadına.
Bunları düşünürken ve önündeki Ege'ye mahsus otları incelerken kadına fazla dikkat edememişim demek. Elinin biri sakattı, parmakları yoktu. O kadarını görmüş, doğuştan olduğunu zannetmiş ve çok üzülmüştüm :(
Dün akşam üzeri yerel gazetede bir başlık aratırken karşıma bu yaşlı kadının resmi çıkmaz mı?
Ayşe Nine'nin dramını, iki elinin birden ''bileklerinden kesilmiş'' olduğunu öğrenecekmişim meğer :((
Ayşe Gökkaya, filmlere konu olacak cinsten ibretlik hikâyesini şöyle anlatmış:
''Tam 63 yıl önce büyük aşkla Mehmet Ali Görmez ile evlendim. Evliliğin 8. ayında olanlar oldu. Komşumuzun kızı evleniyordu. Ben de kayınvalidemin rızasıyla evden ikişer metreden oluşan iki parça basma alıp gelin evine götürdüm. Düğünden sonra geri alacaktım. Bizim buralarda adettir. Düğünlerde göstermelik hediye götürülür. Düğün bitince geri alınır. Bunu öğrenince eşim bana çok kızdı. Birkaç gün sonra düğün oldu. Pazar günü gelinin baba evinden çıkacağı saatlerde, eşim eve gelip beni tarlaya götürmek istediğini söyledi. Bana kötü bir şey yapacağını anlamıştım. Hava da çok soğuktu. Tarlaya gitmek istemedim ama fazla direnemedim. Tarlaya gittiğimizde, bana hediyeyi hangi elimle verdiğimi sordu. Sağ elimle verdiğimi söyleyince, sağ elimi tırpanla bileğimden kesti. Ben de sol elimi uzatıp, 'Bunu da kes. Tek başına bu ne işe yarayacak?’ dedim, sol elimi de kesti.''
Ve eklemiş:
''Benim hayatım anlamsız bir olay yüzünden değişti. Ellerimi kaybettim. Eşinize karşı kibar olun. Kadınlara şiddet uygulamayın. Benim hayatım çile içinde geçti. O olayı hatırladığımda gözlerim doluyor. Ama benim de kaderim böyleymiş. Ben hayata küsmedim. Kendi işimi kendim yapıyorum.''
Sözler tükeniyor gerçekten. Boğazımda yine kocaman bir yumru...
Ali Görmez...
Muhtemelen hayatta değilsin şu an.
Dilerim ruhun huzur bulmasın.
Ve cehennemin en derin çukurunda sonsuza kadar yanmaya devam et :(
Ayşe Nine'yi haber yapmışlar :(
02/07/2015
Antik Çağ Kadınları - Takılar
Kadın Heykelciği
Elektrum-Altın, Hasanoğlan, M.Ö.3. Binin Sonu
Ayakta duran bir kadını temsil etmektedir. Vücut elektrumdan, başındaki maske, göğüsleri, ayak bileklerindeki bilezikler altından yapılmıştır. Her iki eli karın üzerindedir, kollarında bilezikler vardır. Vücudu çıplak olup göğsünde altından yapılmış çapraz bant vardır. Bu bantlar muhtemelen bir giysiyi simgelemektedir.
Female Statuette
Electrum-Gold, Hasanoglan, End of 3nd Millennium B.C.
This represents a standig women. The body is made of electrum while the mask on the head, the breasts and the bracelets on her wrists are made of gold. Both hands are placed on the abdomen, with bracelets on the arms. Her body is naked and there is a diagonal band made of gold on her chests, which probably represents a garment.
Kadın Heykelciği
Tunç, Horoztepe, M.Ö.3. Binin Sonu
Döküm tekniğinde yapılmıştır. Sol göğsünü emziren kadın çocuğunu bacaklarının arasından geçirdiği sağ eli ile tutmakta, sol eliyle çocuğun başını göğsüne bastırmaktadır. Ana tanrıçanın bu çağdaki betimlerini oluşturan şematik kadın heykelciklerinin değerli maden ve taşlar ile pişmiş topraktan örnekleri bulunmaktadır. Bunların büyük bir çoğunluğu mezarlarda bulunmuştur.
Female Statuette
Bronze, Horoztepe, End of 3nd Millennium B.C.
Made using casting technique. The woman suckles with her left breast while holding her baby with her right hand, which is passed between the baby’s legs; she pressed the child’s head towards her chest. There are the examples made of precious metals and stones as well as of terracotta of these schematic female figurines, which constitute depictions of the mother goddess in this era. A great majority of these idols was found in graves.
Neolitik Çağ’da tarımın ilk kez başladığı, insanların doğal barınaklardan çıkıp yerleşik düzene geçtikleri zamandan itibaren değişik biçimlerde küçültülme yoluyla doğadaki taşlara ve hayvan kemiklerine, deniz yumuşakçalarının kabuklarına şekiller verilmiş, parlatılarak cilalanmış ve üzerlerine kazıma desenler işlenerek kadınlar için süs eşyaları ve takılar elde edilmeye başlanmış. Sonrasında tunçtan, değerli taşlardan, altın ve gümüşten neredeyse durmaksızın kolye, yüzük, toka, bilezik, halhal ve broş gibi akla gelebilecek her türlü süs eşyası yapılmış...
Düşünün, bundan 2 bin 200 yıl önce yaşamış bir kadının mezarı açıldığında bile 50’den fazla koku şişesi, sayısız yüzük, bilezik, ayna ve toka çıkabiliyor.
28/04/2015
Hacılar Tanrıça Figürinleri
Hacılar'da evlerin tabanlarında veya ocakların etrafında ele geçen tanrıça figürinleri; ayakta duran tanrıça, oturan tanrıça, uzanmış, dinlenir durumda tanrıça, hayvanlar hakimesi, tahtında oturan tanrıçadır. Tanrıçalarda vücut yüze göre daha önemli olup, vücudun üst kısmı her örnekte birbirine benzemektedir. Meme, karın ve kalçaları abartılan figürinlerin tümünde göbek belirgindir. Tanrıçalarda hiçbir zaman ağız gösterilmezken, saç, göz gibi bazı detaylar bulunmaktadır. Genç kadın figürinlerinde saçlar daima atkuyruğu şeklinde, yaşlı kadınlarda da başın arkasında topuz yapılmış olarak betimlenmiştir. Hacılar'da erkek figürinlerinin hiç bulunmamasına karşın erkek çocuk betimlemelerine, anasının kucağında veya tanrıçası ile birlikte yer verilmiştir.
(Daha büyük görüntü için resme tıklayın lütfen)
Hacılar Goddess Figurines
In Hacılar goddess figurines found at the floors of the houses or around the hearts are standing goddess, the sitting goddess, resting goddess, mistress of animals, and enthroned goddess.
The body in goddess figurine is more significant than face, the upper part of the body are similar in each sample. Breast, abdomen, and hips of figurines are too big and belly is apparent. While on goddnes figurines the mouth is never visible, some details such as hair and eyes are seen. In young female figurines the hair is in form of ponyteil, however on older female figurines the hair is described as bun at the back of the head. Althought there is no male figurine in Hacılar, portraits of boys on his mother's lap or with his goddess are depicted.
07/02/2015
Yanı Başındaki Küçük Kızı Görmelisin!
Yemyeşil çimler arasında uçuç böceği görmek, annenizin pişirdiği o mis gibi ve de ev yapımı tarhanayı içmek, yeni doğmuş minicik köpek yavrularına rastlamak, karbeyaz kuzuların kırlarda atlayıp zıplayışını seyretmek gibi uzayıp giden...
Düşünecek olursak bunların hepsi, daha sonrası için sadece aklımıza geldiğinde gülümsetecek anlık mutluluklardır. Ancak, bugün öyle bir sırra rastladım ki, uygulandığı takdirde kalıcı bir mutluluk formülü gerçekten.
Tüm dünya ülkelerinde her daim dillerde olan, hatta yüzyıllardan beridir anlatılan, ders ya da öğüt verici anonim hikâyeler vardır. Bu hikâye de anonim sanırım. Yazarı kim bulamadım.
Bilen varsa ve yorumlara eklerse sevinirim.
Hikâyeyi paylaşanlar ''Lütfen daha çok kişinin okumasına katkıda bulunun,'' diyor genellikle. Babanıza, erkek kardeşlerinize, eşinize, hatta bekâr-evli hiç farketmeden ailenizdeki tüm erkeklere anlatın ya da okutun...
Daimi mutluluğun o küçük sırrı neymiş ve kadınların içindeki küçük kızla bağlantısı nasılmış bakalım?
Derleyip toparlayıp kendi cümlelerimle anlatma çabasına girmeden, yani vakit kaybetmeden, editledim, yayınlıyorum:
Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. "Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir," diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, bir de sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:
- Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.
- Hayır çikolata parası lâzım!
Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. ''Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor,'' diye düşündü.
- Niye? Siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.
Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki tatlı istesin beyim?
- Bu bir kamera şakası mı, yoksa sen iş bulamamış standupcı mısın?
- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü. Ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. Akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş, sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu?" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.
Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.
Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk, hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman, nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Sözlerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Ben de altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım... Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var; ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok; ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye ''her şey'' dediğiniz şeylerdir aslında ''hiçbir şey'' olan.
- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, ancak kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum; ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek.
- Küçük kız mı? Hangi küçük kız?
- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutlu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar.
Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşında bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "Babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur. ''Güzelsin!'' demem de yetmez ona. " Harikasın! Prenses gibi olmuşsun!" demeliyim. ''Dünyanın en güzel kızı!'' demeliyim.
- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olur da seksen, doksan yıl yaşarsak böyle davranmaya da devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum, çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmez misiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile içinde o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor. O zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman bir kaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısın da ben de bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabii. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan o hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.
Adam ayağa kalktı.
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sen de git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.
İnci hiç konuşmadı.
- Sorsana "Niye?" diye.
İnci kızgın kızgın:
- Niye? diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla.
İnci şaşırmış, bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "Bak senin sevdiğin meyveleri aldım." Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.
Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu. İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.
''Bundan sonra her şey daha farklı olacak,'' diye düşündü...
04/08/2014
''Gülmek Ayıp'' Dediler!
Bu berbat duyguyu ''Aman boşver!'' deyip asla öteleyemiyorum.
Bilmiyorum, ne zaman geçecek? Ya da geçecek mi?
Lise yıllarından beri sürekli mizah dergileri okuyan, yerine göre yaşamı ''gülerek'' ti'ye alan, gülmenin ve mizahın hayatı çekilir kıldığına, gülen insanların ışık saçan sağlıklı bireyler olduğuna inanan biriy(d)im; ama artık eskisi gibi gülemediğimi farkettim. Dedim ya, konu hemen aklıma düşüyor. Şu üç günlük dünyada hayatın içinde yakalanmış komik bir şeye gülmenin neresi kötü, neresi ayıp, nesi iffetsizlik olabilir? Nasıl çıksın ki aklımdan?
Hadi tebessümlerimizi çaldılar, kırk yılda bir atılacak masum bir kahkaha için bile akıl sır almayan o gönderiler neden?
Amaç, suçluluk duygusu hissettirmek ya da insanların içine korku salmak mı? Gülen kadınlara kötü gözle baktırmanın dinen bir açıklaması var mı sahi? Kuran'da geçiyor mu bu konu? Elbette ki kocaman bir ''Hayır!''
Eğer aksi olsaydı hadislerden birinde ''Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır,'' sözü yer alır mıydı?
Gülen insan mutlu olan, mutlu olmaya, ruh sağlığını dengede tutmaya çabalayan insandır. Gülmenin, hafızayı olumsuz etkileyen stres seviyesini aşağıya çekip mutluluk hormonu seviyesini yükselttiği, bu sayede öncelikle hafızanın olumlu yönde etkilendiği bilim adamları tarafından yıllar yıllar önce ve deneylerle sabitlendi.
En basitinden; ağladığımızda negatif enerjimizi atabildiğimiz kadar, gülerken de pozitif enerjimizin bariz biçimde arttığını, adeta ruh bütünlüğümüzün tamamlandığını farketmeyen var mı?
İşte bu nedenlerle günümüzde insanlar stresle başa çıkabilmenin yöntemlerini hızla yayılmakta olan kahkaha kulüplerinde; gülmek, gevşemek ve nefes egzersizlerinden oluşan ‘kahkaha yogası' ile öğreniyor.
1995'te Hindistanlı bir doktor olan Madan Kataria ve yoga hocası eşi Maduri Kataria tarafından bulunan bu yoga türü, stresle başa çıkmakta en geçerli yol olarak benimsenmiş. Ülkemizin de dahil olduğu 50'yi aşkın ülkede uygulanıyor ve sayıları 6 binin üzerindeki kahkaha kulüplerinde çok sayıda 'kahkaha lideri' ve öğretmen de yetişiyor.
Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği BURC Hizmeti Kahkaha Yogası Tanıtım Bülteni'nden maddeler:
Genel inancımız kişinin içten bir kahkaha atabilmesi için gelişmiş bir espri anlayışına ve bu espri anlayışını uyaracak dış faktörlere (şakalar, film, komedi, vb.) ihtiyaç duyduğu yönünde.
Halbuki kahkaha atmak için espri anlayışıyla doğmuş olmak veya espri anlayışını ileri seviyeye taşımak gerekli değildir.
Oysa ki bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki içten bir kahkaha, eğer yeterince uzun sürdürülebilir ise;
• Etkinliği bilinen kardiyo egzersizleri ile aynı fiziksel etkileri yaratmaktadır,
• Kahkaha ile birlikte alınan derin nefesler vücuttaki hücrelere giden oksijen miktarını arttırır, hücrelerin fonksiyonlarını en yüksek kapasitede gerçekleştirmelerine yardım eder ve pek çok hastalığın oluşumunu engeller veya iyileşmesine destek olur,
• Diyafram ve abdominal kasların hareketini arttırarak, otonom sinir sistemimizin sakinleştirici kolu olan ''parasempetatik sistem''i harekete geçirir –ki bu da stres oluşturan''sempetatik sistem''in panzehiridir,
• Negatif düşünce ve duyguları ortadan kaldırarak kendi ruh bütünlüğünüzün oluşmasını sağlar.
Şimdi de ''dikkatle'' OSHO'ya kulak verelim:
CİDDİYET RUHUN HASTALIĞIDIR!
Gülmek, tek boyutlu değildir. İnsan varlığının üç boyutunu da kapsar. Güldüğünde buna bedenin, zihnin ve ruhun katılır. Gülerken ayrılıklar yok olur, bölmeler yok olur, şizofrenik kişilik yok olur. Ama bu, insanları sömürmek isteyenlerin işine gelmez. Kralların, rahiplerin, kurnaz politikacıların. Onların tüm çabası, insanları bir şekilde daha zayıf ve hasta hale getirmek üzerinedir. İnsanı acınacak hale getirirler ki başkaldıramasın.
İnsandan gülüşünü almak, ondan hayatını almaktır.Gülmek, enerjinizi geri getirir. Varoluşunuzun her zerresi canlanır, bütün hücreleriniz dans etmeye başlar. Zarathustra, dünya üzerindeki en büyük günahın, insanın gülmesini yasaklamak olduğunu söylerken haklıydı. Bunun etkileri çok derindir, çünkü gülmeniz yasaklandığında, neşeli olmanız, bir kutlama şarkısı söylemeniz ve sadece keyiften dans etmeniz de yasaklamıştır. Ciddiyet, bir günahtır.
Ve unutmayın, ciddiyet içtenlikle aynı şey değildir. İçtenlik tamamiyle başka bir kavramdır. Ciddi bir adam gülemez, dans edemez, oyun oynayamaz. Her an kendi kendini kontrol eder. Öyle bir hale getirilmiştir ki, kendi kendisinin gardiyanı olmuştur. İçten olan insan, içtenlikle gülebilir, içtenlikle dans edebilir, içtenlikle neşelenebilir.
İçtenliğin, ciddiyetle hiçbir ilgisi yoktur.
Ciddiyet, ruhun hastalığıdır ve sadece hasta ruhlar köleleştirilebilir. Ve bütün yatırım, asi olmayan, köle olmaya çok istekli, neredeyse yalvaran bir insanlık kurmak için yapılmıştır.
Hatta, gülen ve kıkırdayan insanlar sadece çocuklardır. Yetişkinler, onlar cahil çocuklar oldukları için bunun affedilebileceğini düşünürler. Onlar henüz medenileşmemiştir, henüz ilkeldir. Ebeveynlerin, toplumun, öğretmenlerin, rahiplerin bütün çabası, çocukları medenileştirmektir, ciddileştirmektir. Onlara bağımsız insanlar gibi değil, köle gibi hareket etmeyi öğretmektir. Çocuklar gülebilir, çünkü onlar hiçbir şey beklemez. Beklentileri olmadığı için, gözleri her şeyi görmek konusunda keskindir. Ve dünyada çok fazla saçmalık vardır. Bir çocuğun görmekten kaçınamadığı, muz kabuğuna kayıp düşen bir sürü insan vardır. Gözlerimizin önünde bir perde gibi görev yapan şey, bizim beklentilerimizdir.
Gülmek, hayatın ve sevginin olmazsa olmaz bir parçasıdır. [OSHO]
04/03/2014
İlk Türk Kadın Subayı: Fatma Seher Erden
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün;
''Dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim’ diyemez,'' sözü boşuna değil.
Yoktan var edilmiş bir ulusun hem cephede hem cephe arkasında hizmet eden cefakâr kadınları olmasaydı böyle bir destanın yazılması mümkün müydü?
Kurtuluş Savaşı mücadelemizde cephe gerisinde durmaksızın hizmet veren, mermi ve cephane taşıyan, vurulan askerlerin yaralarını saran kadınlarımızın dışında, bu millî mücadeleye en az erkekler kadar, savaşın tam ortasında hizmet eden, en zor şartlarda onlarla birlikte düşmana karşı omuz omuza çarpışan, kimi zaman esir düşüp işkencelere maruz kalan unutulmaz kadın kahramanlarımız da var.
Resimde gördüğünüz hülyalı bakışların sahibi esmer güzeli bu kadın, işte o unutulmaz kahramanlardan biri.
Onunla ilgili; savaş anılarını tuttuğu 15 sayfalık günlüğü ve o günlüğün basım hikâyesinden tutun da, Yenigün Dergisi'nde kendisiyle yapılan röportaja kadar pek çok bilgiye ulaşabilirsiniz. Ömrünü vatanı uğruna feda etmiş bu kahraman Türk kadınını anlatan, yazar ve senarist İlknur BEKTAŞ tarafından yazılmış ''Kara Fatma'' adında bir kitap da mevcut.
Kurtuluş Savaşımızın eşsiz kahramanlarından olan Fatma Seher (Erden), nam-ı diğer ''Kara Fatma'', çavuş rütbesiyle başladığı askerlik hayatında teğmen ve üsteğmen rütbelerine kadar yükselmiş, at binen, çok iyi silah kullanan son derece cesur biri. Binbaşı eşini savaşta kaybettikten sonra kendisi gibi kocası, babası ve erkek kardeşleri ölen 40 kadar kadınla teşkilatlanmaya giren, kardeşi Mustafa Çavuş'un yardımıyla 150 kişilik bir milis gücü oluşturmakla işe başlıyor.
Milli Mücadele'nin ilk günlerinde, Yunanlılar'ın Anadolu’daki insanlık dışı zulmünü duyar duymaz cepheye koşan, vatanın düşman istilasından kurtulması için aktif olarak Sakarya Meydan Savaşı ve Başkomutanlık Meydan Savaşlarına katılan, gösterdiği üstün başarılar sonucu üsteğmen rütbesine kadar yükselen ilk Türk kadın subayı.
300 adamıyla düşmana İzmir'i dar eden, ismini Atatürk'ün koyduğu kahramanımız...
Türk Milleti, O’na olan minnet borcunu ödemek üzere İstiklâl madalyası verdi ve emekli maaşı bağladı.
Hayatının sonuna kadar hem madalyasını hem göğsünde savaştan hatıra kalan şarapnel parçasını, üzerine düşeni eksiksiz yerine getirmenin onuruyla taşıdı. Ancak, kendisine bağlanan emekli maaşını kabul etmeyip Kızılay’a bağışlamıştı.
Hayatının son günlerinde, torunlarıyla birlikte, kimseden maddi bir talepte bulunmadan, sefalet içinde yaşadı.
1954 yılında TBMM tarafından tekrar aylık bağlandı. Fakat bir yıl sonra trajik bir sonla 67 yaşında hayata veda etti.
Fatma Seher Erden'in, Büyük Taarruz'dan sonra Temmuz 1923'te İstanbul'da Tanin Gazetesi muhabiriyle yaptığı söyleşiden alıntıladığım, bugünkü yaşadıklarımıza şaşırtıcı biçimde ayna tutan, son derece etkileyici ve ders verici nitelikteki olağanüstü sözleriyle bitiriyorum:
"Bundan sonra erkek, kadın hep beraber çalışacağız. Kadın peçesiz ve yüzü açık gezmekle namusunu kaybetmez. Zaten memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki, bunlar arasında peçe ve çarşaf düşünecek halde değiliz. İstanbullu hemşehrilerimize ''Silah kapıp cepheye gidin'' denilemez; fakat onlara düşen iş, silah kullanmaktan daha büyüktür. Şimdiden sonra Anadolu'ya gitmeli ve cahil Anadolu kadınının gözünü açmalı. Anadolu halkı hele hele İstanbullu kadınları seve seve karşılayacak, onların söylediklerini harfiyen yapacaktır. Kadın neden erkek kadar çalışmasın! Bugün Anadolu'da bir ailede iki erkek varsa yanı başında on da kadın vardır. Bunun için kadın erkek hep beraber çalışacaktır. Bunun kimseye bir zararı yok belki de faydası olacaktır. Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu'da erkek-kız bütün çocuklar okuyacak olursa Anadolu'nun hali değişecek, Türk'ün yüzü gülecek, işi düzelecek, bütün batıl düşünceler kalkacak ve Türkler yaşamaya başlayacaklardır. İşte bu maksatla küçük kızımı okutmak için şimdiden çalışıyorum."
Hakkını helal et Fatma Hanım. Bu vatan sana ve silah arkadaşlarına minnettardır!
Görseller: Vikipedi
06/02/2014
Anila Quayyum Agha: Kesişme
Çağdaş sanatlar içinde yer almış bilindik sanat eserlerinden farklı bir tür olan ''enstalasyon'', diğer adıyla ''yerleştirme'', çevreden bağımsız herhangi bir sanat nesnesi olmadan, yalnızca belirli bir kapalı (ya da açık) mekân için yaratılmış olan, mimarlık ve performans haricinde, görsel sanatlardan da destek alan karma bir sanat tarzı.
Eski yıllarda radikal bir tür olarak nitelenip kabul görmeyen enstalasyon, 20.yüzyılın sonlarından itibaren baskın bir sanat tarzı olarak ilgi çekmeye başlamış.
Günümüz teknolojisiyle birlikte ses, efekt, video, bilgisayar ve internetin de devreye girdiği enstalasyonlara gösterilen söz konusu bu ilgi artarak devam ediyor.
Enstalasyon ile ilgili bu kısa bilgiden sonra, Pakistan'da doğup büyümüş ve üniversite eğitimini Amerika'da tamamlamış ödüllü bir kadın sanatçı olan Anila Quayyum Agha'nın ''Kesişme'' adını verdiği çalışmaya gelelim.
Agha'nın ahşap panellerle oluşturduğu bu enstalasyon görüldüğü gibi aydınlatma-mekân ilişkisi üzerine.
Işığın gölgelerle keşişmesi sonucu duvarlara, taban ve tavana yansıyan görüntüler harikulade gerçekten.
Geometrik bir sunum hedeflenmiş olan enstalasyonda, mekân algısının ''tek bir ışıkla'' sil baştan yaratılmış olması inanılmaz! İslami motiflerin kullanımıyla ortamda keskin köşeleri, sınırları olan kültür ve din kavşakları oluşturulmuş adeta. Hepsinden önemlisi ise, kafes benzeri kapalı bir alana hapsedilen ışığın merak-dışlanmışlık çelişkisiyle iç içe yansımakta olan -kadın imgesini vurgulayan- olağanüstü betimleme...
Kaynak: buradan
04/11/2013
Kraliyet Kadınları
Kraliyet kurallarına göre İngiltere'de, tahttaki kral ya da kraliçenin hem oğlu hem kızı varsa, büyük olan kız çocuğu olsa bile tahta çıkma önceliği erkek olana veriliyor.
Bu tabii ki çok bariz bir cinsiyet ayrımcılığı.
En çok da kraliyet üyelerini rahatsız ettiğinden olsa gerek, Başbakan Yardımcısı Nick Clegg, bu ayrımcılığı ortadan kaldıracak olan ve kadın-erkek eşitliği sağlayıp kız çocukların da tahta oturabileceği bir düzenleme üzerinde çalışıyor.
Düzenleme kabul edildiği takdirde en büyük olan hangi çocuksa, kız-erkek ayırt edilmeden tahta o çıkacak.
Hal böyle iken; gerçek olan bir şey varsa, tarih boyunca Osmanlı Devleti dahil tüm dünya monarşilerinde hanedanlık üyesi kadınlar, tahttaki eşlerinin devlet yönetimiyle ilgili kararlarını etkilemekten asla geri durmamışlar.
Nitekim, Osmanlı'da süregelmiş olan ''padişahın eşini cariyeler arasından seçmesi ve resmi nikâh yapmaması'' kuralı böyle bir etkileme olayını önleme amaçlı. Lâkin, kaçınılmaz son yine gerçekleşip Hürrem Sultan'ın, Kanunî üzerindeki ''nikâh'' baskısı ve başarısı kadın saltanatının yolunu açmış. Böylece padişah eşlerinin ''yönetimde güç kazandığı'', bir anlamda kocasının baş danışmanı olduğu döneme geçiş yapılmış. Günümüzde Meşruti Krallık ya da Monarşi ile yönetilen ülkelerin yönetimdeki ''gizli güçleri''nden bazılarını tanıyalım o halde.
Üç aylık veliaht prens George'un annesi.
17 Mayıs 1971 doğumlu. Hollanda Kralı Willem-Alexander'ın eşi.
Üç kız annesi.
Hukukçu. 38 yaşında. Matematikçi John Dalgleish Donaldson ve Henrietta Clark Donaldson’ın kızı.
Danimarka Prensi Frederick’in eşi. 4 çocuk annesi.
Geleceğin Danimarka Kraliçesi.
15 Eylül 1972 doğumlu. Asturias Prensi Felipe'in eşi, geleceğin İspanya Kraliçesi.
İki kız annesi.
Gittikçe ivme kazanmakta olan ve kadınların iş yaşamından, sosyal ve hatta siyasi hayattan koparılıp eve kapatılmasına doğru yol alan düzenlemeler daha nereye kadar sürecek? Endişe duymayanımız var mı?
Görseller: Pinterest
22/09/2012
Kilimlerdeki Gizemli Dil
Onları adeta yazılı birer metin haline getirmiş.
Okur yazar değilmiş, ne gam!
İlmekleri harf olmuş, motifleri kelime. Ayrılık ve aşka dair en hüzünlü şiirlerin şairlerine taş çıkarmış. Kimi zaman değme ressamların tablolarıyla yarışan eserler vermiş.
İşte bu yüzden Picasso'nun, “Benim resimlerim kadar güzel bir şey arıyorsanız, bu bir kilim olurdu,” sözü gelmeli akıllara. Kilimlerin neden ‘soyut sanat’ olarak görüldüğü daha iyi anlaşılmalı...
Tezgâhından tutun da ipliğine, yününe, çözgüsü ve atkısına, hatta boyasına kadar ''yüzde yüz el emeği göz nuru'' bir dokuma sanatı olmuş kilim. Kendisini dokuyan genç kız veya kadının kınalı ellerinde can bulmuş. Yorgun ve nasırlı ellerden çıkma ve dokuyan kişinin iç dünyasını olduğu gibi yansıtan hikâyeler barındırmış.
Doğum, ölüm, bolluk ve bereketi dile getiren, yoksulluğu, acıları, özlemleri, hüzün ve umutları anlatan, hayalleri betimleyen türlü sembollerle öz varlıklarının dili olup desen desen akmış dokudukları kilimlere...
Dolayısıyla; düş gücü ve yaratıcılıkla zenginleşen kilimlerin her birinde farklı bir öykü var.
Koç boynuzu erkeklik, yiğitlik ya da savaşı tasvir ederken, ‘eli belinde’ adlı motif annelik ve bereketi anlatır örneğin. Saç bağı ve küpe motifleri evlilik arzusunu, hayat ağacı motifi ''sülalenin ebedî olması'' ümidini temsil eder.
Değişik renklerle düğüm düğüm sıralanmış bu desenlerle yaratılmış kilimlerin sessizce durduklarına bakmayın. Okunması gereken birer eser aslında onlar. Çok eski ve kendine ait dilbilgisi kuralları olan mistik bir dilleri var. Güçlükle duyulabilen fısıltılar halinde ansızın konuşmaya başlar, dilerseniz yüzyıllar öncesinden dem vurabilirler.
Bu mistik dil, inceleyen kişiyi dokuyan insanın iç dünyası ve kültürel pozisyonu üzerinde düşünmeye, yaşadığı dönemi hayalinde şekillendirmeye yönlendirir. Üzerlerinde, çoktan unutulmuş gelenek ve görenekleri, düğünleri, hüzünle biten aşkları, ayrılıkları, acıları, hatta yaban ellere gelin gitmiş genç bir kızın aile özlemini okuyabilirsiniz.
Nazım Hikmet’in ''Vera Uyandı'' adlı şiirinde geçen kilimin güzelliğine bakar mısınız?
masa da öyle
serilmiş yatıyor sırtüstü kilim
yummuş nakışlarını
uyandın gülüm
iskemleler uyandı
köşeden köşeye koşuştular
masa da öyle
doğrulup oturdu kilim
nakışları açıldı katmer katmer
Rengârenk dokunmuş kilimler vardır hani...
O kilimlerde ışıldayan renklerden sarı; hardal ve kimyon otunun bileşimiyle elde ediliyor.
Parlak yeşilin, dağ lavantası ile unutmabeni çiçeğinin günler, geceler boyu kazanlarda kaynatılmasıyla ortaya çıktığı keşfedilirken, yine servi ve pelit kozalakları bir arada kaynatılıp parlak siyaha ulaşılmış. Mor renk için sumak otuna, kahverengi için taze ceviz kabuğuna başvurulmuş.
Desenler kadar renklerin de anlamları var:
Yeşil ''murat'' demek örneğin. Mavi ''umut'', kırmızı ''tutku dolu sevgi'', mor ise ''keder''.
Siyah ''matemin rengi'' olarak kullanılmış genellikle. Kullanılan tüm renkler en az kendileri kadar etkileyici desenlerle birleşerek göz alıcı ışıltılarla parıldarken Anadolu'nun yüce dağlarını, ıssız vadilerini, patikalarını anlatmaktadır aynı zamanda. Kilim demek, tamamiyle doğadan ve doğal yollardan elde edilen ''kök boyası'' demek çünkü.
Ve bilir misiniz, kök boyası kullanılmış kilimler efsunludur adeta. Kullandıkça rengini kaybedip solmak yerine tam tersi gerçekleşir. Üzerinden yıllar geçtikçe güzelleşir, parlaklaşır...
Kilim dili okumakla ilgili bir eski zaman hikâyesiGünlerden bir gün Anadolu'dan, dönemin padişahına üzeri hediyelerle yüklü katırlar gönderilir.
Hediyelerin arasında bir de kilim vardır.
Padişah diğer eşyaları bırakıp bu kilimi okumaya odaklanır. Okudukça içi sızlar, gözleri dolar.
Dayanamayacak hale girer ve askerlerine:
-''Tez gidin, bu kilimi dokuyan kızın babasını bulup getirin bana!'' diye emir verir.
Askerler birkaç gün içinde adamı bulur ve saraya getirirler.
Padişah, kızın babasına sorar:
-''Kızın çok bedbaht bu aralar. Yoksa onu istemediği biriyle mi evlendiriyorsun?''
Yaşlı adam bunu padişahın nasıl anladığını aklına bile getirmeden söze başlar:
-''Evet Hünkârım. Kızım fakir bir gence âşık olmuştu; ama ben rahat etsin diye zengin bir adama vermeyi uygun gördüm. Lâkin, siz bunu nereden biliyorsunuz?''
Padişah hemen kızın dokuduğu kilimi getirtir.
-''İyi bak! Bunu seni kızın dokumadı mı?''
-''Evet padişahım, o dokudu!!??''
- ''Git o zaman, hemen kızını sevdiği delikanlıyla evlendir. Belki lazım olur; giderken üç katır dolusu yük hazırlattım, onları da yanında götür. Haa! Kızına söylemeyi unutma. Kırmızıyı yeşile az çalmış. Meramını okurken epeyce zorlandım, haberi ola! Haydi yolun açık ola!''
Görseller: KÜRŞAT ZAMAN
KİLİMLERDEKİ DESEN İSİMLERİNDEN BAZILARI
LÜLEPER
Hakkari'nin Yüksekova ilçesi civarında sulak ve bataklık yerlerde sarı, beyaz, kırmızı renklerde açan ve Nilüferi andıran bir tür çiçeğe yörede LÜLEPER denilmektedir. Kilim üstündeki desenler bu çiçeğin kesitini andırdıkları gibi ismini de bu çiçekten aldığı tahmin edilmektedir. Genelde bir açık bir koyu renkten oluşmak üzere aşağıdan yukarıya üç veya beş renk diliminden oluşmaktadır
GÜLSARYA:
Anlamı "Sarya"nın Gülü" olan kilimin ilk kez Sarya adlı bir kadın tarafından dokunduğu söylenmektedir. Kilimde "Eli Belinde" yada "Gelin Kız" adı verilen motif diyagonal şekilde dokunmuştur. Renk birleşimleriyle enine bantlarla ayrılabildiği gibi iç içe baklava dilimi tarzında da dokuma yapılabilmektedir.
Gülçin "Gül Derleme, Gül Desteleme" anlamına gelir. Genelde değişik renklerden oluşan bal peteği gibi altıgen motiflerin birbirlerine bir çizgi ile bağlanmak suretiyle her biri değişik renklerden oluşan bir desen türüdür
GÜLHAZAR
Gülhezar "Binbir çiçek" anlamına gelmektedir. "Gül"adı verilen formların çevrelenmesinde, testere dişi motifi sırası hakim görünümdedir. İçe doğru olduğu gibi dış dörtgen alanlarda da aynı görünüm verilmektedir