Geçen hafta sonu gerçekleşen İstanbul ve Adalar gezimizi aradan fazla zaman geçmeden bloga aktarma zamanı. Yoksa araya aylar girebiliyor.
Adalar'ı sonbaharda serin serin gezmeyi epeydir istiyordum. Koskoca İstanbul'da iki güne ne sığdırabildiysek o kadar yazacağım yine.
Geçmişe anı olarak kaydedip sabitlemek üzere bilgiden çok fotoğraf ağırlıklı bir yazı olacak...
İstanbul'un ''Prens Adaları'' diye bilinen ve 5'inde yerleşim bulunan 9 adasından biri olan Heybeliada'ya Kabataş'tan başlayan ve yaklaşık 1 saat 45 dakika süren ''Boğaz Turu'' tadında harika bir deniz yolculuğu sonrası ulaştık.
Bir zamanlar bakır madeni çıkarılması nedeniyle eski adı “Bakır” anlamında “Halki” olan Heybeliada, İstanbul'un en yeşil ve en çok rağbet gören sayfiye yeri sayılıyormuş. Büyüklük olarak Büyükada'dan sonra İstanbul'un ikinci büyük adası, yani 2 numaralı prens oluyor kendileri:)
Heybeliada ismi ile ilgili farklı fikirler üretmiştim; ama bu isim adaya uzaktan bakıldığında yere bırakılmış bir heybeyi andırdığı için konmuş. Haydi o halde, kadim sakinleriyle sonbaharı karşılayan, mor çiçekleri sütlü kahveye dönüşmekte olan begonvilleri, faytonları ve asırlık konaklarıyla sonbahar sakinliğine bürünmüş sokaklarda Heybeliada turumuz başlasın. Mis gibi çam kokuları eşliğinde...
15 Temmuz sonrası alınan bir kararla kapatılan 4 askerî liseden biri olan ve Heybeliada’da bulunan Deniz Lisesi, önünde bulunduğumuz yerleşkenin hemen sağında, arka tarafta. Deniz Harp Okulu için öğrenci yetiştiren bu okulda yaklaşık bin öğrenci eğitim görüyormuş. İn-cin top atan bu görüntüler insanın içini dağlıyor doğrusu:(
Ülkemizde ikisi İstanbul, biri İzmir ve diğeri Bursa'da 4 askeri lise vardı. Kuruluş tarihleri 1 asıra yakın olan ya da geçen bu okullarda yaklaşık 4 bine yakın öğrenci eğitim-öğretim görüyormuş.
Deniz Lisesi yakınlarındaki bu parkta, Heybeliada'da yaşamış olan ünlü edebiyatçımız Hüseyin Rahmi Gürpınar ile ''Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık'' ve ''Adalardan bir yâr gelir bizlere'' gibi şarkıların bestecisi Yesari Asım Arsoy’un heykelleri var.
Süslü Mezar (Kangelaris Ailesi Anıt Mezarı)
Büyük Britanya İmparatorluğu Gemlik Konsolosu Spyridon Kanglaris'in zamansız kaybettiği güzeller güzeli eşi Sevasti için Ağustos 1868'de yaptırdığı ihtişamlı bir anıt. Spyridon Kanglaris, ölümünün ardından anıtın hemen yanı başına defnedilmiş. Gotik ve neoklasik tarzda yapılan İngiliz tarzı mezar, açık sivri kemerleri olan, tuğladan yapılmış sekiz köşeli bir anıt. Köşelere koruma maksatlı dövme demir parmaklıklar konmuş. Mermerleri İtalya’dan getirilen mezar ne yazık ki bakımsız bir halde ve içeriye girilemiyor. Oradaki kabartmayı merak edip tel örgülerin arasından zumlayarak fotoğrafladım (sağ üstte). Kabartma, oturur pozisyonda, kanatları olan genç bir erkek meleği tasvir ediyor. Meleğin elinde ters yanan bir meşale var. Yüzündeki üzgün ifade ve başının yana yatık olması hüzünle dolduruyor insanı:(
Ve ne yazık ki Süslü Mezar'ı ziyaret etmek isteyenler bundan daha fazlasını göremiyor artık.
İSMET İNÖNÜ EVİ MÜZESİ
1924 yılında bir rahatsızlık geçiren İsmet Paşa'ya doktorları mutlak istirahat önerir. Gazi Paşa'nın da desteğiyle seçilmiş olan Heybeliada'daki bu konak eşyalı olarak kiralanır ve İnönü ailesi konağa yerleşir. Aile, asıl adı Mavromatakis Köşkü olan konağı 10 yıl sonra 1934'te, sahibi olan Rum aileden 9,500 lira karşılığında satın alır. Konak, kendilerine Atatürk tarafından hediye edilen mobilyalarla döşenir.
Konakla ilgili bilgileri müzenin ziyaretçilerle son derece ilgili ve güleryüzlü rehberi Aynur Hanım'dan alıyoruz. Müzeye girişte ilk kat salon ve yemek bölümü. İkinci katta İsmet İnönü ve çocuklarının yatak odaları yer alıyor. Özden Hanım ve babaannesi Cevriye Temelli'nin yatak odası ile Ömer ve Erdal Bey'in yatak odaları. Pirinç yatak başları, yatak örtüleri, giysiler, işleme kırlentler dahil, konaktaki tüm eşyalar orijinal halleriyle korunmuş.
Yemek odasının duvarındaki orijinal yağlıboya aile tablosu müzenin en önemli parçalarından.
Selahattin Uzmen, 1941 Ankara imzalı.
Antika halıdan vitrindeki porselen yemek ve fincan takımlarına, banyodaki küvet ve teraziye kadar konaktaki eşyaların tümü 1934'den kalma. Her biri İnönü'lerin köşkteki özel hayatlarında kullandıkları parçalar. Sadece birkaç eşya, renk ve kumaş aslına sadık kalınarak kaplama yaptırılmış.
Ada sokaklarında biraz turlama vakti. Eski köşklere ve süslü konaklara özel bir ilgim var nedense.
Belediye sokakları baştan aşağı mandalina ağaçlarıyla donatmış, ancak bakımını yapmamış. Dallarda epey mandalina vardı; ama eciş büçüş ve üzerinde yapışkanımsı maddeler olan hastalıklı meyveler halindeydiler. Tam da mevsimiyken yazık olmuş onca ağaca. Bu fotoğraftaki düzgün bir ağaç.
Yollar ne kadar tenha farkettiniz mi? Evlerin balkonunda oturan sayısı bile o kadar azdı ki. Yol kenarlarında park halinde duran şu özel motosikletler adanın sembolü gibi. Aşağı yukarı her evde var. Başka türlü taşıt kullanmak yasak zaten.
Hüseyin Rahmi Gürpınar Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Okul ortalıklarda görünmüyordu; muhtemelen epeyce bayır tırmanılacaktı. Göremedik maalesef. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Kültür Bakanlığı tarafından müze yapılan evini de göremedik. Oysa üstadın kendi elleriyle yaptığı el işlerini ve örgülerini görmeyi çok istiyordum;)
Terkedilmiş vaziyette duran bu köşkte dikkat çeken bir uyarı yazısı. Ev sahibi Türkçeyi pek iyi bilmiyor:)
''BU BİR ÖZEL MÜLK ÇIKIP FOTOGRAF v.s ÇEKTİRMEK İSTENMEZ! EVSAHİBİ''
Ev sahibi çok katı ve sinirli bir Rum olmalı. Merdivenleri zincire vuracakmış neredeyse. Ne kadar ilginç değil mi?
Sokaklardan aşağıya doğru inerken İstanbul'u karşısında bu şekilde küçülmüş görmek çok değişik duygular yaşatıyor insana. Koskoca metropol bir damlacık görünüyor. İçindeki insanlar toz zerresi kadar bile değil. Kim bilir neler olup bitiyor o anda orada. Kimler neler yapıyor? Kaç kadın dayak yiyor? Tam o anda bir kadın cinayeti daha işleniyor mu mesela? Kayıtlara geçmiş sayının toplamını değiştiriyor mu? Kaç kişi hırsızlık, yolsuzluk yapıyor yine, sinsice ya da danışıklı dövüşle?
Ağaç minesi, palmiye, begonvil karması pek hoş...
Adada gezen turistlerin neredeyse tamamı Yunan uyrukluydu. Yürüme niyetine girmeyip sürekli fayton tercih etmeleri şaşırtıcıydı.
Bu arada; yollar faytonlar yüzünden çok keskin biçimde at dışkısı kokuyordu. (Ohh, söyledim nihayet!)
Hani adalardaki faytonlar yasaklanacaktı? Tam tersi olmuş, Büyükada da öyleydi. Daha beter çoğalmışlar. Atlara yazık değil mi? Onca tepki verildi. Hepsi buhar olup uçtu mu?
Heybeliada'ya gelip de adanın en önemli ziyaret yerlerinden biri olan Ruhban Okulu'nu görmeden olur mu? Fotoğrafta görülen noktadan itibaren muhteşem bir manzara eşliğinde eski adı Papaz Tepesi olan 85 metre yüksekliğindeki Ümit Tepesi'ne doğru bir yürüyüşe çıkıyoruz. Ruhban Okulu'nu görmek üzere elbette.
Okulun giriş kapısı burası. Buradan, okul binasının bulunduğu bahçeye girmiş oluyorsunuz. Bahçenin güzelliğine kapılıp sağ tarafta bulunan okul binasını fotoğraflamayı unutmuşum bu arada. Girişte çok basamaklı geniş merdivenleri ve görkemli sütunları olan, iki katlı, gösterişli bir bina idi. :(
Heybeliada’nın her yerinden görülebilen çamlarla kaplı yoldan ulaşılan Ruhban Okulu adanın simgesi. Okulun, insanın başını döndüren güzellikteki bahçesini kelimelerle anlatabilmek imkânsız. Girişteki panoda küçük bir ''cennet''e benzetebileceğimiz Ruhban Okulu bahçesine, evrensel karaktere sahip Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi'ne ait olması nedeniyle evrensel bir nitelik kazandırılmak istendiği yazıyor. Bu amaçla her biri 50 metrekareden oluşan bölümlerde bahçe sanatının dünya çapında en tanınmış tarzları sergileniyormuş.
1844 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen Heybeliada Ruhban Okulu
1971 yılında Türkiye'nin "tüm özel yüksekokulların devlet denetimine girmesi" ile ilgili kararını Fener Rum Patrikhanesi kabul etmemiş. Patrikhanenin bu karşı tutumu nedeniyle okulda teoloji eğitimi kaldırılmış. Sonrasında okul eğitim vermeye yalnızca lise düzeyinde devam etmiş. 1971-1972 eğitim- öğretim döneminde Heybeliada Özel Rum Lisesi adını taşıyan okul, bir sonraki yıl patrikhane tarafından tamamıyla kapatılmış.
Böylece, 1844'te Ortodoks din adamı yetiştirmek üzere açılan ve 1971'de kapatılan okul tam 38 yıldır kapalı. Heybeliada Ruhban Okulu, Obama tarafından da ziyaret edilmiş.
Ruhban Okulu, Ortodoks dünyasında Atina Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden sonra akademik düzeydeki ilk okul olma özelliğinde ve tüm Ortodoksların okulu olduğu için büyük anlam taşıyormuş. 1844'ten 1971 yılına kadar 127 yıl süresince papaz yetiştirip 1000 öğrenci mezun etmiş. Orta Doğu, İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Etiyopya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyanın din adamı ihtiyacını karşılamış.
Okulun din adamı yetiştirmek gibi bir amacı olsa da mezunları arasında öğretmen, akademisyen, diş hekimi, vb. meslekleri tercih eden çok kişi varmış. Giriş katında sağda, şöyle bir sınıf var yalnız. Sanırım birtakım kurslar ya da seminerler için kullanılıyormuş.
Sahildeki restoranlarda pek fazla müşteri yok.
İskelenin hemen karşısındaki meydan
Adadan ayrılma vakti. 15 dakika kadar sürecek bir yolculuk sonrası Büyükada'da olacağız.
Görüşmek üzere, sevgiler...
Adalar'ı sonbaharda serin serin gezmeyi epeydir istiyordum. Koskoca İstanbul'da iki güne ne sığdırabildiysek o kadar yazacağım yine.
Geçmişe anı olarak kaydedip sabitlemek üzere bilgiden çok fotoğraf ağırlıklı bir yazı olacak...
İstanbul'un ''Prens Adaları'' diye bilinen ve 5'inde yerleşim bulunan 9 adasından biri olan Heybeliada'ya Kabataş'tan başlayan ve yaklaşık 1 saat 45 dakika süren ''Boğaz Turu'' tadında harika bir deniz yolculuğu sonrası ulaştık.
Bir zamanlar bakır madeni çıkarılması nedeniyle eski adı “Bakır” anlamında “Halki” olan Heybeliada, İstanbul'un en yeşil ve en çok rağbet gören sayfiye yeri sayılıyormuş. Büyüklük olarak Büyükada'dan sonra İstanbul'un ikinci büyük adası, yani 2 numaralı prens oluyor kendileri:)
Heybeliada ismi ile ilgili farklı fikirler üretmiştim; ama bu isim adaya uzaktan bakıldığında yere bırakılmış bir heybeyi andırdığı için konmuş. Haydi o halde, kadim sakinleriyle sonbaharı karşılayan, mor çiçekleri sütlü kahveye dönüşmekte olan begonvilleri, faytonları ve asırlık konaklarıyla sonbahar sakinliğine bürünmüş sokaklarda Heybeliada turumuz başlasın. Mis gibi çam kokuları eşliğinde...
Ülkemizde ikisi İstanbul, biri İzmir ve diğeri Bursa'da 4 askeri lise vardı. Kuruluş tarihleri 1 asıra yakın olan ya da geçen bu okullarda yaklaşık 4 bine yakın öğrenci eğitim-öğretim görüyormuş.
Büyük Britanya İmparatorluğu Gemlik Konsolosu Spyridon Kanglaris'in zamansız kaybettiği güzeller güzeli eşi Sevasti için Ağustos 1868'de yaptırdığı ihtişamlı bir anıt. Spyridon Kanglaris, ölümünün ardından anıtın hemen yanı başına defnedilmiş. Gotik ve neoklasik tarzda yapılan İngiliz tarzı mezar, açık sivri kemerleri olan, tuğladan yapılmış sekiz köşeli bir anıt. Köşelere koruma maksatlı dövme demir parmaklıklar konmuş. Mermerleri İtalya’dan getirilen mezar ne yazık ki bakımsız bir halde ve içeriye girilemiyor. Oradaki kabartmayı merak edip tel örgülerin arasından zumlayarak fotoğrafladım (sağ üstte). Kabartma, oturur pozisyonda, kanatları olan genç bir erkek meleği tasvir ediyor. Meleğin elinde ters yanan bir meşale var. Yüzündeki üzgün ifade ve başının yana yatık olması hüzünle dolduruyor insanı:(
Ve ne yazık ki Süslü Mezar'ı ziyaret etmek isteyenler bundan daha fazlasını göremiyor artık.
1924 yılında bir rahatsızlık geçiren İsmet Paşa'ya doktorları mutlak istirahat önerir. Gazi Paşa'nın da desteğiyle seçilmiş olan Heybeliada'daki bu konak eşyalı olarak kiralanır ve İnönü ailesi konağa yerleşir. Aile, asıl adı Mavromatakis Köşkü olan konağı 10 yıl sonra 1934'te, sahibi olan Rum aileden 9,500 lira karşılığında satın alır. Konak, kendilerine Atatürk tarafından hediye edilen mobilyalarla döşenir.
Selahattin Uzmen, 1941 Ankara imzalı.
Okul ortalıklarda görünmüyordu; muhtemelen epeyce bayır tırmanılacaktı. Göremedik maalesef. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Kültür Bakanlığı tarafından müze yapılan evini de göremedik. Oysa üstadın kendi elleriyle yaptığı el işlerini ve örgülerini görmeyi çok istiyordum;)
''BU BİR ÖZEL MÜLK ÇIKIP FOTOGRAF v.s ÇEKTİRMEK İSTENMEZ! EVSAHİBİ''
Ev sahibi çok katı ve sinirli bir Rum olmalı. Merdivenleri zincire vuracakmış neredeyse. Ne kadar ilginç değil mi?
Hani adalardaki faytonlar yasaklanacaktı? Tam tersi olmuş, Büyükada da öyleydi. Daha beter çoğalmışlar. Atlara yazık değil mi? Onca tepki verildi. Hepsi buhar olup uçtu mu?
1971 yılında Türkiye'nin "tüm özel yüksekokulların devlet denetimine girmesi" ile ilgili kararını Fener Rum Patrikhanesi kabul etmemiş. Patrikhanenin bu karşı tutumu nedeniyle okulda teoloji eğitimi kaldırılmış. Sonrasında okul eğitim vermeye yalnızca lise düzeyinde devam etmiş. 1971-1972 eğitim- öğretim döneminde Heybeliada Özel Rum Lisesi adını taşıyan okul, bir sonraki yıl patrikhane tarafından tamamıyla kapatılmış.
Görüşmek üzere, sevgiler...
Ara ara Büyükada'ya giderim, Burgazada'yı doya doya gezdim ama Heybeliada'ya dolu bir günü ayarlamayı beceremedim şu zaman kadar. Bu yazı bana yapmam gerekeni hatırlattı :)
YanıtlaSilEvinin merdivenlerine çıkıp fotoğraf çekilmesini istemeyen kişiye hak veriyorum. "Çıkıp" kelimesini kullandığına göre Instagram için merdivenlere çıkanlardan bahsediyor olmalı. Gezerken görüyorsundur, bu tip pozlar için yarışıyor herkes. Özel alana girecek kadar olmamalı.
Büyükada yazını bekliyorum şimdi:) Bienal yerleştirmelerini de görmüşsündür mutlaka. Deprem korkusundan, Bienal için vapura binip Ada'ya geçemedim:)
Sevgiler Zeugma...
Oh ne güzel. Bütün adalar ayağınızın altında. Dilediğin zaman atla git. Büyükada'ya ilk kez 4 yıl önce Ağustos gibi gitmiştik. O zaman yazdığım yazıda ''Siz, siz olun Büyükada'ya bizim gibi kavurucu sıcaklarda gitmeyin'' benzeri bir uyarı yapmıştım. O uyarıya kendim de uydum böylece. Serin havada gezmek gibisi yok.
SilHeybeliada'yı ilk kez gördüm ben ve çok beğendim. Büyükada'dan daha yeşil ve ferah gerçekten. Sakin bir ada. Aynı gün gittiğimiz Büyükada çok kalabalıktı yine. Heybeliada'ya tam gün ayırmak isabet olur, diye düşünüyorum. Ziyaret edilecek daha pek çok yeri kaldı. Bu yazının Heybeliada konusunda bir teşvik yaratmasına çok sevindim:)
Evet, evin merdivenlerine çıkılmasını istemiyor sahibi. Öyle merdivenlere çıkıp fotoğraf çektirene hiç rastlamadım adada. Kendisi yokken yapılmasından endişe duymuş da olabilir. Ahhaaha:) Gezerken rastlamaz mıyım hiç. En büyük zevkim selfi esnasında sergilenen duruşlar, ağızlar, gülüşler, suratlara takınılan sahte mutluluk ifadesi. Oysa iki saniye önce öyle değildiniz. Sizi gidi sahtekârlar :)) Bir de fotoshop'tan geçecek o fotolar daha. Güzel surat programında afet-i devran haline gelecek her biri:)) Ay, hadi neyse...
Bienal yerleştirmelerini göremedim ama haberim vardı. Çünkü İstanbul'un içinde sadece Pierre Loti'yi ziyaret ettik. Deprem olayı benim de aklımdan geçmedi değil. Üstelik Adalar risk grubunda diye geçiyor.
Aslında en küçük prensi merak ediyordum ben. Sedef Adasını. 4'te 3'ü özel mülkmüş hani. Bir dahaki sefere umarım. Belli olmaz.
Benden de sevgiler ve çok teşekkürler Sezer...
Çok güzel fotoğraflar ve imrendiren bir gezi olmuş, kıskandım yine :) fotoğraf işi bazen abartılabiliyor bir yarış var o "en" poz için. Bende seviyorum ama aşırı olmamalı bence. Sefiler bencede komik ama itiraf edeyim bende yapıyorum :)O evler sokaklar, nasıl güzeller. O resimlerden sonra yaşadığımız yer nasıl çirkin görünüyor gözüme anlatamam. Deprem adı geçince içim cız ediyor. O güzel şehir ne olur birşey olmasın diyorum ama hunharca yapılmış kötü inşaatlar sayesind ebu pek mümkün değilmiş gibi :(
YanıtlaSilTeşekkürler Derya. Fırsat buldukça gezmeli insan. Siz de geziyorsunuz zaten. Sıra buralara da gelir. Yeter ki isteyin. E, tabii ki. Fotoğraf çekmeyen yok zaten. Ben de seviyorum. Ama bazen de sinir oluyorum. Örneğin İsmet İnönü Evi'nde sıra bekleyerek fotoğraf çektim. Gelgelim, arkada bir kadın vardı, telefonunu selfie çubuğuyla birlikte önüme önüme tutup durdu. İnan neredeyse çubukla birlikte tutup fırlatacaktım o telefonu. Selfie çekenler sıra bekliyor bazen. Kızıyorlar söyleniyorlar, suratları beş karış. Sıra gelince hemen yan yana dizilip hepsi birden gülümseyerek poz veriyor ya, işte o anlar çok komik geliyor bana.
SilBir de bazı tanıdıklarım var. İsimleri yazmasa tanıyamayacak kimse. O derece... Fotoshopu fazla kaçırıp cidden çok komik oluyorlar. Tabii bu kendi tercihleri.
Deprem konusunda çaresiz kalıyoruz ne yazık ki. Umarım en az hasarla atlatırız, umarım yerleşim yerlerinin çok uzaklarında ya da hafif şiddette gerçekleşir. Şu söze de çok inanıyorum: Deprem kader olmamalı :(
Densizlikte sınır tanımayanlar var gerçekten, artık ayıp yok zaten hemen söylenmek falan bir durun ne oluyor hemen biraz sabır-saygı biraz olgunluk ama yok malesef, çok haklısınız hak veriyorum burada, evet ya fazla fotoshop komik oluyor gerçekten :)
SilMalesef burada kader oluyor göz göre göre :(
''Densizlikte sınır tanımamak'' ne harika tanımlama. Yukarıda bahsettiğim selfie çubuklu kadın da öyleydi. Benim bildiğim o çubuklar insanın arkadaş(lar)ıyla ya da herhangi bir manzara önünde rahatça özçekim yapabilmesi,kendini çekebilmesi için. Ama bu densiz öndeki insanların haklarını rahatça gaspetmek için kullanıyordu. Selfie çubuğu sevmiyordum zaten. Bu da tuzu biberi oldu. Al o çubuğu, kadının başında kır!
SilÖzürü kabahatinden büyük olup da söylenenlere susmuyorum ben artık Derya. Sustukça çoğalıyor ve azıtıyor bu türevler. Dostoyevski'nin sözüydü sanırım: ''Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.''
Bizim gamsız ülkemizde deprem bir kader gerçekten de ;(
Güzel bir paylaşım olmuş. Fotoğraflar da çok güzel. İsmet İnönü evi de çok hoş. Adaların sessizliği ve huzurunu çok seviyorum. Sehrin kaosundan sonra iyi geliyor. Bu arada faytonculara kimsenin gücü yetmiyor sanırım.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. İsmet İnönü Evi gerçekten çok güzel ve etkileyiciydi. Anılar ayağa kalmış, ev sahipleri her an içeriye giriverecekmiş gibi.
SilSessizlik ve huzur, aynen. Bu da her şeye bedel. Sıfır trafik, tertemiz hava bünyeyi de sıfırlıyor. Fayton meselesine çok şaşırdım, sormayın. Erdem Bey er ya da geç el atacaktır diye düşünüyorum.
*Anılar ayağa kalkmış, olacaktı.
SilBiraz geç oldu ama, blogumu yıllardır ''her gün'' adım adım takip eden Sevda Hanım'a buradan teşekkürler, selamlar, sevgiler gönderiyorum;))
YanıtlaSilHüseyin Rahmi Gürpınar'ın evime elimde onun kitabıyla gidip kapıda kalmıştım. Annem ve teyzemi de yürütmüştüm oraya kadar ama tadilat dolayısıyla kapalıydı. Açıldığını da sanmam :(
YanıtlaSilAdalar baharlarda çok güzel oluyorlar. Yaz kalabalığı kalmıyor.
Bir de faytonlar kalksa.
Aman Tanrım, ne kötü olmuş. Annen ve teyzen adına üzüldüm özellikle. Bence de açılmamış o zaman. Çünkü Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi'ne ait hiçbir yerde ne bir işaret ne bir levha vardı. Bu kadar zor mu ya o tadilat olayı? Geçen yıl konuşmuştuk, üzerinden 2 yaz geçmiş, nedir yani, atla deve mi?
SilGitmek için özellikle sonbaharı bekledim. Çok haklısın Handan.
Fayton olayı özellikle Büyükada'da katmerlenmiş. Çook şaşırdım yahu!