03/01/2012

Hayat Bazen Kabustur!

Toplumun her kesiminde rastladığımız, insanlara hayatı zehir etmeye endekslenmiş insan müsveddeleri vardır hani. Sanki uğursuz bir el böylesi tipleri itinayla kodlamış ve eşit aralıklarla aramıza serpiştirmiştir.

Nereden türemişlerdir, eylemlerini nasıl bir ruh haliyle gerçekleştirirler henüz çözebilmiş değilim; ama anladığım tek şey sayıları küçümsenmeyecek derecede çoktur ve yeryüzü var olduğundan beri süregelmektedirler.

O uğursuz el, empati duygusu nedir yanından bile geçememiş bu insanların beynine bir virüs şırınga etmiş gibidir. Zerkedilen virüs bunlara durmadan şöyle der:
-''Boş ver, ne derlerse desinler. Sana ve hayatına kimse karışamaz! İstediğin gibi yaşa, istediğin gibi davran. Dünyada senden başka kimse yok! ''

Çok uzağa gitmeye gerek yok, oturduğunuz ev mesela. Apartman dairesi veya müstakil konut, hiç farketmiyor.
Alt katta, üst katta ya da yan taraflarınızda bu türden bir insan yaşıyorsa olay bitmiştir. Hatta yandığınızın resmidir.
Ve o hayat, hayat olmaktan çıkmıştır...
Artık her türlü programınızı ona göre ayarlamak zorundasınızdır.
Yaşam tarzınız neredeyse onunki ile bir gitmeye başlamıştır. Onun izin verdiği ölçüdedir.
Birazcık insaflıysa rahat edersiniz; ama nafile. ''Rahat etmek'' deyimini tamamen çıkarın siz lügatinizden.

Söz gelimi; azıcık balkona çıkmışsınızdır. Aniden bir halı sarkar önünüze. Görüş alanınızın yarısını kapladığı yetmez gibi, altta insan mı var, çamaşır mı asılı demeden güm güm dövülmeye başlanır. Toza mı yanarsınız, çıkan o medeniyetsizlik alameti iğrenç sese mi? Yumuşak bir ses tonuyla gerçekleştirdiğiniz en nazik ricalarınız bile kulak arkası edildiğinden, çaresizlik içinde toplanır, girersiniz içeri.
İpler hep onun elindedir. Uyarmaktan bıkmış, hayatınızdan bezmişsinizdir...

Yatış kalkış saatleriniz mi? O ayarlar. Uyku süreniz onun izin verdiği ölçüdedir.
Dinlediği tür müzikten siz de hoşlanmak zorundasınızdır, çünkü kulaklarınıza ne tıkarsanız tıkayın, seçtiği o ''eşsiz'' müziğin içeri girmesini engelleyemezsiniz.

İnsanoğlu bugüne kadar bir sürü icat geliştirdi, kaç yıl önce aya çıkıldı, görüntülü telefona kadar bir sürü icat var.
Ama neden kulaktan içeri ses geçirmeyeni yok içlerinde. Neden? Neden..?
Mümkün mü değil böyle bir şeyi icat edebilmek, yoksa bilim adamları da mı duyarsız bu konuya?
Ama bence buna çok ihtiyaç var. Lütfen birileri el atsın, rica ediyorum!

Bundan beş-altı yıl kadar önce büyük bir alışveriş merkezinde görmüştüm. Evet evet. Yanlış görmüyordum. ''Slikon Kulak Tıpası'' yazıyordu. Sevinçten deli olacaktım. Sonunda aradığımı bulmuştum. Oradaki yetkililere gerçekten ses geçirip geçirmediğini sorup, heyecanla onay istediğimi hatırlıyorum. Asla ses geçirmediğini söylediklerini. Eve gelip bir an önce denemek istediğimi...
Kabuslarımın hiç değilse sesle ilgili olan kısımları sona erecekti çünkü. İş göreceğe benziyordu.
Sonuç mu? Tabii ki hüsran. Sadece banyoda ya da denizde, havuzda yüzerken kulağa su kaçmasını engelliyormuş meğer. Hayatım böyle kabusken kulağıma su kaçsaydı keşke! İsterse şelaleler aksaydı, hiç mühim değildi. Başkalarının çıkardığı seslerden, gürültülerden bıktım usandım ben!
Çok fazla usandım!

Irk olarak çok çok eski geçmişimize bir göz atarsak; aslında göçebe bir toplum olduğumuzu, yerleşik hayata sonradan geçtiğimizi görüyoruz. Ve ben kent yaşamını dikkatle gözlemlediğimde göçebe özelliğimize ilişkin bazı detayların hâlâ kaybolmadığını görüyorum...
Örnek mi? Bir ara beyaz koyun postlarından yapılma aksesuarlar, bazı araçların göğüslüklerinde veya arka camlarının önünde kullanılırdı. Eski Türk filmlerinde falan görmüşsünüzdür mutlaka. Yaylalarda atın üzerinde dolaşan atalarımız, eyer yerine ne kullanıyorlarmış, dikkat ettiniz mi? İşte bu postları !

Başka bir örnek: Deniz kenarındaki kentlere bakın. Bizim halkımız daha çok nerelere yerleşmiş?
Çoğunlukla yüksek kesimlere, dağ yamaçlarına. Yani "su"dan oldukça uzak noktalara...
Oysa aynı çağlarda diğer ırklar hep deniz kenarlarını tercih etmiş, suyla, denizcilikle, ticaretle ve denizaşırı toplumlarla ilişkilerini geliştirmeye çabalamışlar.

Büyük kentlerde, evlerin bahçelerinde tavuk, koyun vb canlıları -ekonomik beklentiler hariç- beslemeye devam etme, lüks sitelerin bahçelerinde salça vb kaynatma isteği sizce nereden kaynaklanmaktadır?
Genlerimizin derinliklerinde kalmış göçebe kültürünün kalıntısı olabilir mi?
Ya da su ve kanalizasyon altyapısı "olmasa da olur" düşüncesiyle yer seçerek yeni yerleşimler kurmak ve bu tür zorunlu kentsel altyapılara "sonradan yapılsa da olur" mantığıyla izin vermek sizce hangi rahatlığın eseri olabilir?

Çok çok eskilerde, yaylalarda, ovalarda; suya, hijyene, yola, ize, mevcut doğa koşullarında gereksinim duymadan yaşamış bir ırkın genlerinden hâlâ izler taşıyan bu insanlar umursamazca halısını dövmüş, gece yarısı müzik açmış, yüksek sesle konuşmuş, yere tükürmüş, sizi, beni, uygarlığı rahatsız etmiş, çok mu?