13/02/2014

Ölümü Kabullenmek

Bazı dostlar vardır ki öz akrabadan daha ileridir yaşamınızdaki yerleri. Varlıklarını laf olsun diye değil, gerçek anlamda ortaya koyarlar iyi ve kötü günlerinizde.
Her daim yanınızda olacaklarından, yardımınıza koşacaklarından eminsinizdir.

Ama hayattır bunun adı. Hiçbir şey sonsuza kadar değildir. Bir gün gelecek bir sebep hasıl olacak ve ''bir şekilde'' ayrı düşeceksinizdir mutlaka.

Aynı meslektendik. Hocamdı o benim. Durmadan okurdu çünkü, hiç durmadan...
Teneffüs aralarında bile elinden kitap düşmezdi. Bu yüzden, akla gelebilecek her konuda bilgi sahibiydi. Ailecek de görüşür, gece yarılarını aşan muhabbetlerimizi sonlandırmayı hiçbirimizin canı istemezdi.
Felsefe öğretmeniydi. Yokluklar içinde okumuştu. Babası o çok küçükken ölmüş, annesi köyde ''çobanlık'' yaparak büyütmüştü onu ve kardeşlerini. İstanbul'da üniversite öğrencisiyken ''kağıttan yapılma'' bir evde tek başına kaldığını, bir akşam üzeri okuldan eve dönerken çok uzaktan evinin yandığını gördüğünü anlatmıştı gözleri dolarak. Yaz tatillerinde pamuk tarlalarında sezonluk işçi olarak çalışıp okul harçlığı biriktirdiğini, geceleri toprağa serilen incecik bir şilte üzerinde üşüyerek uyuduğunu...

Ne çok şey öğrenmiştim ondan. Bir keresinde ''köle ruhlu'' demişti bana. Bozulmuştum doğrusu. Hemen fark edip bunun bilimsel bir terim olduğunu, özverili, yardımsever insanlar için kullanıldığını anlatmıştı.
- Ne çok koşturuyorsun sen. Hiç yorulmaz mısın?
- Ben yapmasam kim yapacak bu işleri? Hem spor oluyor. Sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrı, fena mı?
- Sen öyle zannet. İngiltere'de Ana Kraliçe neden 102 yaşına kadar yaşadı hiç düşündün mü?
- Mutlu bir hayat sürdüğü için mi?
- Hayır. Çünkü o hiçbir şey için koşturmuyordu. Sabah uyandığında perdelerini bile bir kez olsun kendi açmamıştı.

Beş yıl kadar önce hasta ve yaşlı anneleri için tayin isteyip birkaç saat uzaklıktaki memleketlerine gitmişlerdi.
O zamandan beri yüz yüze görüşememiştik.
Henüz bir ay bile olmadı. Eşiyle birlikte aniden kapıda beliriverdiler.
''Sizi vefasızlar, hayırsızlar. Bak siz gelmediniz, biz çıkıp geldik!''
Nasıl da mutlu olmuştuk. Birlikteyken zaman su gibi akıp gitmişti yine.
Giderken söz aldılar:
''En kısa zamanda siz de gelmezseniz, bizi yok bilin. Ona göre!''

Söz verildi elbette. En kısa zamanda iade-i ziyaret yapılacaktı.
Siz bu satırları okurken yola çıkmış olacağız.

Sevgili hocama, canım abimize son görevimizi yapmak üzere..........

Ölüme isyan etmek günahtı.
''Ölümü yok saymak hayata hakarettir'' diye bir söz üretip içine sığınmak keser miydi bu afallamayı?
Yok muydu bir çıkar yolu?
Herkesin başına ''bir defa'' geldiğini düşünüp çok da büyük bir dert olmadığını farz etmek çare olur muydu?

Ölümle birlikte zaman mefhumu sona erdiğinden uzun ömür ile kısa ömür arasında fark var mıydı?
Kelebeklerin ömrü bir gün değil miydi?
Aristo da, Hypanis ırmağında sadece bir gün yaşayan ve eğer sabah sekizde ölmüşse genç, akşam beşte ölmüşse yaşlı ölmüş sayılan küçük hayvanlar olduğundan bahsediyordu. Bu kadar kısa bir ömrün sabah ya da akşam sona erdiğini, bahtlı ya da bahtsız olduğunu tartışmak, havanda su dövmek miydi?

Sonsuzluğun içinde yıldızların bile ömrü vardı. Dağların, denizlerin, ırmakların, ağaçların, hatta minik minik böceklerin bile kendilerine göre biçilmiş ömürleri vardı.
Doğa daha en başında böyle emretmişti:
''Nasıl ki dünyaya sonsuz bir boşluktan geldiyseniz, yokken var olduysanız; var iken yok olmayı, ölüme geçişi de kaygı duymadan kabullenin. Varlık düzeninin birincil şartı bu!''