Zihnime Düşenler(den) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zihnime Düşenler(den) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02/06/2016

Oradan, Buradan, Bakladan, Soğandan...

Hayat ne tuhaf bir döngü. Her yeni güne başka bir sıkıntı ve şaşkınlık gelip oturuyor. Ülkemizin iç daraltan gündemi hiç ara vermeden yenileriyle dolup taşıyor. Bizlerse hangi birini düşüneceğimizi şaşırıp yaz sıcaklarının iyice bastırdığı şu günlerde kelimenin tam anlamıyla boğuluyoruz.

Siyasi gündeme blogda fazla değinmek istemiyorum.
Misal kimse ''Türkiye'den seri katil çıkmadı'' diye övünmeye kalkmasın artık. Nurtopu gibi bir de seri katilimiz oldu.
Hem de ODTÜ mezunu bir psikopat ve henüz yakalanamadı :(

Sıkıntılar üst üste binip geçmek bilmezken bir taraftan da bakmışız Ramazan gelmiş çatmış. Ramazan ayı 30 gün boyunca iftara doğru tüm kanallarda çeşit çeşit yemeklerin yapıldığı programlar demek. Benim içinse bir de bakmışsınız ''Tarifim gelmiş'' demek. İşte bu nedenle bugün basit bir tarif vermek, bir de az önce bahsettiğim yemek programlarında farkettiğim ciddi bir soruna değinmek istiyorum.
Sevmediğim bir sebze ya da meyve hiç olmadı şu hayatta. Bakla hariç. Onu da bir şekilde yendim ve mevsimi geldiğinde sofrada sıklıkla bulunduruyorum. Hani besinler için ''mucizevi'' tanımını kullanırız ya. Bakla gerçekten bu tanımın hakkını veren bir sebze. İçeriğinde Parkinson hastalarını iyileştirici etkide bir madde var. Hatta bakla yapraklarını yedikten sonra ellerindeki titremenin tamamen durduğunu kanıtlayanlarla röportajlar yapılmış. Bu insanlardan biri ülkemizin gelmiş geçmiş en ünlü bateristi Durul Gence. Röportajı aratıp okuyabilirsiniz.
Bakla yapraklarını ilaç olarak kullanmak üzere evinde saksıda bakla yetiştirenler, hatta derin dondurucuya atanlar var. Benim bu noktada söylemek istediğim; hiçbir şeyin aşırısına kaçmamak gerek. Doktorlara sormadan ilaç niyetine durmadan bakla ya da bakla yaprağı yemek sakıncalı. Nitekim doktorlardan 'tehlikeli' olduğuna dair uyarılar gelmeye başladı. Velhasıl, ''Azı karar, fazlası zarar,'' atasözünü hayatın hiçbir alanında akıldan çıkarmamak gerek.

Bakla mevsimi bitmek üzere. İftar sofralarında zeytinyağlı iç bakla bulundurmak hem lezzet hem şifa açısından iyi bir seçenek diye düşünüyorum. Üstelik o kadar çabuk pişiyor ki. O nedenle bakla tanelerinin yarısının iç kabuğunu soyuyor, yarısını bırakıyorum (Kendi usulüm). İyice yıkayıp tencereye bu şekilde aldığımız yarım kg baklanın üzerine 1 orta boy soğan ve 2 diş sarmısağı ince ince doğruyoruz. Üzerine 1 tatlı kaşığı şeker serpip, 1 çay bardağı dolusu zeytinyağı ve 1 su bardağı sıcak su ilave edip tencerenin kapağını kapıyoruz. İnmesine 10 dk kala tuzunu ilave edip karıştırıyor, kısık ateşte toplam 20 dakika pişirip ocağın altını kapatıyoruz. Bu kadar da basit. Mümkünse 1 gün önce pişirmek gerek. Üzerine dereotu olmazsa olmazı tabii. Bilenler bilir, gerçekten enfes bir çeşni oluyor sofrada.

Soğan deyip geçmeyelim. Bu yazıyı asıl oluşturma nedenim soğan esasında. Çünkü kullanımıyla ilgili bir acayiplik farketmiş bulunuyorum. Bakalım bu yıl da aynı acayip sorun devam edecek mi? İftar saatine yakın yemek programlarından bahsediyorum. Bilirsiniz; bu programların her birinde birkaç çeşit yemek pişiriliyor.

Malzemelerin arasında illaki soğan var. Yani orada yemek pişiren profesyonel aşçı, acemi aşçı ya da normal bir ev hanımı oluyor. Her kim olursa olsun, soğan olmadan yemek yapmıyor. Doğru mu, doğru! Bir dikkat edin bakalım, soğanları soyduktan sonra yıkayanına hiç rastladınız mı? Tersine, kabukları soyar soymaz doğramaya başlıyorlar, sözleşmiş gibi! Biriniz bari yıkayın, hiç mi aklınıza gelmez?

Soğanın toprağın altında yetiştiğini, kabuklarının tozlu olduğunu bir kenara bırakalım, tüketiciye ulaşıncaya kadar çuvalların içinde nerelerde bekletiliyor, o çuvalların içinde hangi haşereler ya da fareler geziyor hiç düşünmez misiniz? Diğer sebzeleri yıkayan soğanı neden yıkamaz? Nedir bunun gerekçesi? Hadi ocakta pişecek yemekleri anladım, pişerken mikrobu kırılıyor da, salatanın içindeki çiğ soğan da aynı muameleden geçiyor. Yapmayın lütfen, sizi izleyenleri evinin dışında bir yerde yemek yemekten bucak bucak kaçırmayın. Zor bir şey değil buna dikkat etmek :(

10/02/2012

Zihnime Düşenler...

Yoksulluğun pençesinde kıvranan varoş sokaklarda, yüzünde tebessümden eser kalmamış kahır dolu insanların oturduğu, iki odalı eğri büğrü evlerden yükselir en çok müzikleri. Masalarında teselli aranmaya gelinmiş salaş meyhanelerden bir de...

Acı dolu dizelerin döküldüğü o nağmelerde; hayattan alınan darbeler, umutsuzluk, eşitsizlik, her çeşit dışlanmışlık bangırdamaktadır.
Teselliyi bu müzikle arayan, hele bir de aşık ise cilâ çeker üzerine. Dinledikçe katlanır kederleri. Defalarca dinler aynı parçayı hiç bıkmadan. Dibe vurdukça vurur.

Gariban edebiyatıdır bunun adı.
Ruhun gıdası(!) denilen müzik yoluyla yapılmakta olanıdır. Yoksul insanların duygularını sömürerek kâr elde etme biçimi ya da en kısa tabiriyle ''Varoş Kapitalizmi''dir.
Hedef kitle oldukça büyüktür. Hele bir de saz varsa elinizde, yanıksa sesiniz, ciğerden okuyorsanız kral/kraliçe ilân edilip köşeyi bir değil, kim bilir kaç kez döneceksinizdir.

Buraya kadar elden gelen bir şey yok. Alan memnun satan bin kere memnun.
İyi de kardeşim, sırtlarından kazandığın paralarla, o yoksul kitlenin gözü önünde Dolmabahçe Sarayı'na benzeyen full deniz manzaralı villalarda, padişahlara özenerek yaşamasaydın keşke.
Öyle görmemişler gibi her tarafı altın varakla kaplatarak abartmasan ve biraz saygılı olsaydın.

İnsanın kendi kazandığı parayla kendine rahat bir hayat sağlama özgürlüğüne diyeceğim yok elbet.
Lâkin... Yok böyle ultra lüks hayat, ultra düşüncesizlik!


Şimdi de; yüzyıllar boyu kullanılmış tipik bir ''Orta Anadolu Evi'' modeline geçelim. Birçoğunuz görünce hemen tanıdınız, öyle değil mi?
Müze kapsamına alınmış evlerden şu an...

Radyo ve telefondan başka hiçbir teknolojik aksamın bulunmadığı bu evlerde odalara dikkat.
Gelin ve kaynana aynı evi kullanıyor, yani birlikte yaşıyorlar.

Birçoğumuzun anneanne ya da babaannesi tıpkı bu şekilde yaşamadı mı? Ufak tefek geçimsizlikler olsa da gül gibi geçinip gittiler bir arada, on yıllarca. Hatta kan kusup ''Kızılcık şerbeti içtim,'' diyenleri bile oldu.
Neydi bunun sırrı? Tabii ki sabretmek...

Peki ya şimdi?
''Kayınvalideyle yaşamak'' diye bir kavram neredeyse tamamen ortadan kalktı.
Genelde her ikisi de çalışmakta olan çiftler, üstelik bir de birbirlerini akşamdan akşama görmelerine rağmen nedir bu boşanmalardaki inanılmaz artış?
Bu gerçekteki sır ne?