Bireysel ve toplumsal vicdana en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Hepimiz endişe içindeyiz aslında:
Bu gidişat daha nereye kadar devam edecek?
Bir sistemde ya da yapılanmada adalet, hak-hukuk, ahlâki değerler ve vicdan gibi toplumsal bağları güçlendiren ögeler önemsenmeyip göz ardı ediliyorsa orada bir çöküşün başlaması korkarım ki kaçınılmaz.
İşte o zaman, elimizi ''vicdanımıza'' koyup da düşündüğümüzde hiç mi sızlamayacak o adına ''vicdan'' dediğimiz iç ses?
Nedir vicdan?
Ruh sağlığı yerinde bir insanı her daim izlemekte olan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiren, doğru ve yanlışın sınırlarını çizen, iyi ve kötüyü işaret eden yönlendirici bir duygudur. Bir pusuladır...
Varlığının farkında olalım ya da olmayalım, öyle bir iç sestir ki, ne kadar göz ardı edersek edelim, eninde sonunda kocaman bir çığlık olup mutlaka yankılanacaktır tüm zerrelerimizde...
Duygu ve düşüncelerimiz tamamen onun takibindedir esasında.
Olaylar karşısındaki tutumumuzu herhangi bir hoşgörüye yer vermeden, ayrıcalık tanımadan yargılayan, asla yanılmayacak olan ve hesabını er ya da geç biçecek olan bir yargıçtır!
Sözü fazla uzatmadan vicdan duygusu ve sonuçları ile ilgili çok çarpıcı bir örnek aktarmak istiyorum...
Sudan'da açlıktan ve zayıflıktan ölmek üzere olan siyahi küçük kız çocuğu ile arkasında durup çocuğun ölmesini bekleyen akbabanın bu fotoğrafı 1960 Johannesburg doğumlu, Güney Afrikalı bir fotoğrafçı olan Kevin Carter tarafından çekilmiş.
Ve bu fotoğraf ona 1994 yılında fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazandırmış.
Carter, Güney Afrika'da yaşanan ırk ayrımcılığını yansıtmaya odaklanmış ve orada yaşanan vahşetin paparazzisi olmakla suçlanan Bang-Bang Kulübü' nün öncü üyelerinden. Fotoğrafçılık kariyerinin büyük kısmını, son yıllarını yaşayan, Güney Afrika'daki ırkçı Apartheid rejiminde geçirmiş.
Kevin Carter, bu an'ı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmasına rağmen küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş. Oradan uzaklaşmış... Sert eleştirilere maruz kaldığından, kendini savunmak için ''profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını'' söylemiş.
Çünkü o dönem, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar sebebiyle hastalara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyormuş. Ancak; Kevin ve vicdanı baş başa kaldığında bu uyarının rahatlatmak açısından hiçbir etkisi olmamış. Durum tersi yönde gelişmiş.
Ödülü aldıktan 3 ay sonra, henüz 34 yaşındayken, Johannesburg'ta bir banliyöye park ettiği kamyonetinin içinde egzoz gazı basarak intihar etmiş... Yakın çevresine yazılmış çok sayıda mektup bırakarak...
Onlardan birinde şu satırlara yer vermiş:
"Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp, yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu."
Kıssadan hisse diyelim.
Çıkarılacak bir pay vardır elbette...
Görseller: Pinterest
Bu gidişat daha nereye kadar devam edecek?
Bir sistemde ya da yapılanmada adalet, hak-hukuk, ahlâki değerler ve vicdan gibi toplumsal bağları güçlendiren ögeler önemsenmeyip göz ardı ediliyorsa orada bir çöküşün başlaması korkarım ki kaçınılmaz.
İşte o zaman, elimizi ''vicdanımıza'' koyup da düşündüğümüzde hiç mi sızlamayacak o adına ''vicdan'' dediğimiz iç ses?
Nedir vicdan?
Ruh sağlığı yerinde bir insanı her daim izlemekte olan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiren, doğru ve yanlışın sınırlarını çizen, iyi ve kötüyü işaret eden yönlendirici bir duygudur. Bir pusuladır...
Varlığının farkında olalım ya da olmayalım, öyle bir iç sestir ki, ne kadar göz ardı edersek edelim, eninde sonunda kocaman bir çığlık olup mutlaka yankılanacaktır tüm zerrelerimizde...
Duygu ve düşüncelerimiz tamamen onun takibindedir esasında.
Olaylar karşısındaki tutumumuzu herhangi bir hoşgörüye yer vermeden, ayrıcalık tanımadan yargılayan, asla yanılmayacak olan ve hesabını er ya da geç biçecek olan bir yargıçtır!
Sözü fazla uzatmadan vicdan duygusu ve sonuçları ile ilgili çok çarpıcı bir örnek aktarmak istiyorum...
Sudan'da açlıktan ve zayıflıktan ölmek üzere olan siyahi küçük kız çocuğu ile arkasında durup çocuğun ölmesini bekleyen akbabanın bu fotoğrafı 1960 Johannesburg doğumlu, Güney Afrikalı bir fotoğrafçı olan Kevin Carter tarafından çekilmiş.
Ve bu fotoğraf ona 1994 yılında fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazandırmış.
Carter, Güney Afrika'da yaşanan ırk ayrımcılığını yansıtmaya odaklanmış ve orada yaşanan vahşetin paparazzisi olmakla suçlanan Bang-Bang Kulübü' nün öncü üyelerinden. Fotoğrafçılık kariyerinin büyük kısmını, son yıllarını yaşayan, Güney Afrika'daki ırkçı Apartheid rejiminde geçirmiş.
Kevin Carter, bu an'ı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmasına rağmen küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş. Oradan uzaklaşmış... Sert eleştirilere maruz kaldığından, kendini savunmak için ''profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını'' söylemiş.
Çünkü o dönem, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar sebebiyle hastalara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyormuş. Ancak; Kevin ve vicdanı baş başa kaldığında bu uyarının rahatlatmak açısından hiçbir etkisi olmamış. Durum tersi yönde gelişmiş.
Ödülü aldıktan 3 ay sonra, henüz 34 yaşındayken, Johannesburg'ta bir banliyöye park ettiği kamyonetinin içinde egzoz gazı basarak intihar etmiş... Yakın çevresine yazılmış çok sayıda mektup bırakarak...
Onlardan birinde şu satırlara yer vermiş:
"Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp, yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu."
Kıssadan hisse diyelim.
Çıkarılacak bir pay vardır elbette...
Görseller: Pinterest