24/08/2014

SAKLI KENT

Yalnızlıkta kaldığın bir gece yarısı telefonla beni aramıştın. Bense bitiremediğim bir şiirime birkaç dize eklemek için eski daktilomun başına yeni geçmiştim.
Hiçbir şey olmamış ve araya bunca zaman girmemiş gibi kaldığımız yerden devam etmiştik. Görkemli semtlerdeki zenginlerin evlerinden, hemen yanı başındaki kırık dökük gecekondu evlerinden konuşup, insanların kendilerini yalnızlaştırıp, paraya nasıl köleleşerek yenik düştüklerini ve artan mutsuzluklarıyla sürekli kendilerini yitirişlerini, gerçek hayattan kopuşlarını konuşmuştuk uzunca süre.

Söz nasıl dolaşıp gelmişti hatırlamıyorum. ''Denizciler hiçbir yerde kalıcı olmaz,'' demiştin sesin hafifçe titreyerek. Önce susmuş, devamını beklemiştim. Hissetmiştim sonra: Yalnız hayatlarımızı birbirimize emanet edip bitik bir gecenin sonunda, severek, suçlu bir şekilde ayrıldığımız o yorgun sabaha dokunmuştun inceden. Hemen anlamıştım seni.
Telefonu kapatmadan önce acı acı gülerek, ''Sonradan denizci olunmaz, doğuştan bahriyeli doğulur,'' diyerek, bir zamanlar sana söylediklerimi yinelemiştin. Bunca uzun konuşmanın bir anlamı yokmuş gibi yine eksik ve yarım kalmıştı cümleler... Ne zaman gerçekleşeceğini bilmeden, yine aylar sonra gizli bir ittifakla randevulaşıp burukça vedalaşmıştık.
Günler, aylar geçti. Daha önce olduğu gibi, bu gece yine elim birkaç kez telefona gitti. Tuşlara bastım defalarca. Her seferinde yarım kaldı. Arayamadım. Arayabilsem bir anlamı olacak mıydı? Ne konuşursak konuşalım aynı iç sızısı, yine aynı eksik özlem duygusu içimize dolacaktı. Yapamadım, arayamadım seni.

Düşünüyorum şimdi, telefon çalsa, sen arasaydın yine mesela; Saklı Kent'in bulunduğu bu şehirde hâlâ saklanır mıydım ya da ortaya çıkıp açar mıydım telefonu? Oysa sonuna kadar gidip konuşacak o kadar çok şey vardı ki aramızda. Daha önce hiç vaktimiz olmadığını sorgulamıyor, aklımdan geçiriyorum sadece. Herkes birbirinden bir şeyler alıp götürürken birbirimize bir şeyler vermeye, geç de olsa uzlaşmaya hazır olabilir miydik? Belki de...

Şimdi, o günlerin hatırına şarap kadehini şerefine kaldırdığım bir fotoğraf duruyor önümde. Ortasından biraz yırtık, az solgun... Şimdilerde maviliklerde aradığım gerçekleri, bütün güzellikleri siyah beyaz renklerde görüyorum. Yargılamadan bakıyorum. Çaresi yok, seyretmekle yetiniyorum.

Bütün bunların geceleri gökyüzü karanlığından Ay'la yansıyan bir kurgu oyunu olduğunu ve rüya kadar kısa bir aşk filminin sonunu getiremeyen kötü bir senarist olduğumu düşünüyorum. Bilmiyorum aynı filmi kaçıncı kurgulayışım, bilmiyorum aynı yenilgiyi kaçıncı yaşayışım...

Son gece, o ürkek, yalnız şehri ve insanlarını sana emanet edip giderken ''Saklı Kent''e selam göndermiştin. Oysa sen de biliyordun, hiçbir şey eskisi gibi değildi... Birlikte yaşadığımız güneşli günlerin hatırına koca taşların çatlamış karanlık derinliğinde çiçekler filizlenmiyordu artık.

Bu şehirde de insanlar özgür değiller. Bilmiyorlar ama kalabalıklar içinde çok yalnızlar ve sevgiye ihtiyaç duyuyorlar... Sadece yaşamaya çalışıyorlar, sessizce ve suçluca... Acemi, sahte gülüşler... Şartlı reflekse dönüştürülmüş zavallı beyinleriyle kaderlerine boyun eğmişler. Dedim ya sevdiğim, hiçbir şey eskisi gibi değil... Ellerinde değişik oyuncaklarla mutluluk oyunu oynayan mutsuz maskeler...

Mehmet Osman Çağlar
(MAVİ MISRALAR)

Mehmet Osman Çağlar
www.dr-jivago.blogspot.com


Fotoğraf: Zeugma