İnsana bahar tazeliği hissi veren, son derece güzel, utangaç ve duygu yüklü bir genç kızdı Elif.
Koyu kestane rengi saçları, kıvır kıvır uzun kirpiklerle bezeli kocaman simsiyah gözleri vardı.
Her sabah sınıfa en önce o gelir, elinin alışkın olduğu belli hareketlerle ve hamarat bir şekilde bir gün önceden kalmış sınıfı derleyip toparlardı. Daha sonra camları açıp havalandırır, masa örtüsünü silkeler, epeyce uzaklara sürüklenmiş çöp kutusunu köşedeki o bilindik yerine getirir, sonra da sağa sola kaymış sıraları düzenlerdi.
Nöbetçi olup okula erken geldiğim günler farketmiştim bu özelliğini. Sınıfın içini böyle özenle düzene sokmaya çalışması ne kadar hoşuma gitmişti...
Diğer öğrencilerin çöpleri etrafa kayıtsızca savurup sınıfa ait her türlü eşyayı hoyratça kullandıklarını göz önüne aldığımda içimden ona sarılmak gelmişti.
Köyden erken geldiği için bunu her sabah yapıyordu üstelik...
Sınıfta kapının yanındaki en ön sırada tek başına oturuyordu Elif. Sınıf mevcudu epeyce kalabalık olmasına rağmen neden hep sırada yalnızdı ki ? Kendi tercihi miydi, yoksa arkadaşları mı istemiyorlardı ?
Sınıflarına girdiğimde ve onu bu şekilde yalnız oturuyorken gördüğümde aklıma hep bu sorular takılıyordu. Ama garip bir nedenle, belki de kalbini kırabilirim korkusuyla hiç sormamıştım bunları ona.
Ders esnasında ister istemez gözlerim takılıyordu o mahzun ve güzel yüzüne. Sürekli bir dalgınlık halindeydi. Ders dinlediği söylenemezdi, bir sıkıntısı vardı ama ne olduğunu kestirebilmem pek mümkün değildi. Genç kız olması nedeniyle belki bir aşk söz konusu olabilirdi. Ama yine de farklı bir sıkıntıydı sanki onunki. Kapının hemen yanı başında çok gizemli bir tablo oluşturuyordu aslında. Verdiğim ödevleri de yapmıyordu genellikle. Bu kadar hamarat bir kızın ödev yapmaya gelince neden böyle sorumsuz davrandığını da aklım almıyordu bir türlü. Bir kez uygun bir dille uyardım. Bu şekilde kendine zarar vereceğini, ödevleri yaptığında konuyu daha iyi kavrayacağını belirttim, ama maalesef devam etti.
Nedense ona hiç kızamıyordum ve sanki o böyle yaptıkça benim de ona karşı sevgim artıyordu garip bir biçimde.
Sınıflarını yazılı yapmıştım o gün. Ertesi gün okula gelip derse girdiğimde öğrencilerin hemen hepsi ''Hocam yazılıları okudunuz mu? '' ya da ''Neden okumadınız? '' türü sorularla kafamı şişiriyorlardı büyük bir gürültüyle. Haklılardı ama. Onları ben alıştırmıştım en geç iki gün içinde yazılı okumaya. En sonunda o kadar çok gürültü oluştu ki,
-Eeee !! Yeter ama !! Ne bu gürültü? Diğer hocalar kaç günde okuyor yazılılarınızı. Onlara böyle yapabiliyor musunuz? Akşam olup eve gittiğimde dünya kadar iş beni bekliyor. Yemek yapılacak, bulaşık yıkanacak. Daha bir sürü daha iş var. Neden bunları düşünmüyorsunuz..?
Aradan beş saniye geçmeden Elif ayağa kalkıp kendini kaybetmiş bir şekilde,
-Yaaa işte Hocam ! Şimdi anladınız mı beni ?
-Ne diyorsun Elif ? Haddini bil ! Seni neden anlayacakmışım ben şimdi ? Ne alakası var ?
Elif bu sözler üzerine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ve..
-Hocam, benim dört ay önce annem öldü. Evde en büyük benim. Bütün işler ve kardeşlerim bana kaldı. Ödev yapmıyorum diye bana kızmıştınız. Şimdi anladınız mı ? Ben de evde yemek yapacağım, bulaşık yıkayacağım, babama, kardeşlerime bakacağım diye aynı sizin gibi ödevlerimi yapamıyorum işte. Üstelik annemi de çok özlüyorum...
Son cümlesi ağzından dökülürken ağlaması çığlıklara dönüşmüştü. Ve yerinden fırlayıp elleriyle yüzünü kapatarak sınıfı terk etti.
Tabii ben de arkasından. O an ders, sınıf, ödev, yazılı, diğer öğrenciler hepsi aklımdan uçup gitmişti.
Elif'i koridorda kolundan yakalayıp bahçede uygun bir yere götürüp oturttum ve dakikalarca teselli etmeye çalıştım. Hatta ondan özür bile diledim.
Onu bir nebze olsun rahatlatmayı başardım sonunda. Ama özünde şaşkınlık ve üzüntüden mahvolmuştum orada.
Bu kara gözlü, mahzun yüzlü güzel kız bana o gün ne büyük bir ders vermişti.
Ömrüm oldukça unutmuyorum, unutamam...
...
Koyu kestane rengi saçları, kıvır kıvır uzun kirpiklerle bezeli kocaman simsiyah gözleri vardı.
Her sabah sınıfa en önce o gelir, elinin alışkın olduğu belli hareketlerle ve hamarat bir şekilde bir gün önceden kalmış sınıfı derleyip toparlardı. Daha sonra camları açıp havalandırır, masa örtüsünü silkeler, epeyce uzaklara sürüklenmiş çöp kutusunu köşedeki o bilindik yerine getirir, sonra da sağa sola kaymış sıraları düzenlerdi.
Nöbetçi olup okula erken geldiğim günler farketmiştim bu özelliğini. Sınıfın içini böyle özenle düzene sokmaya çalışması ne kadar hoşuma gitmişti...
Diğer öğrencilerin çöpleri etrafa kayıtsızca savurup sınıfa ait her türlü eşyayı hoyratça kullandıklarını göz önüne aldığımda içimden ona sarılmak gelmişti.
Köyden erken geldiği için bunu her sabah yapıyordu üstelik...
Sınıfta kapının yanındaki en ön sırada tek başına oturuyordu Elif. Sınıf mevcudu epeyce kalabalık olmasına rağmen neden hep sırada yalnızdı ki ? Kendi tercihi miydi, yoksa arkadaşları mı istemiyorlardı ?
Sınıflarına girdiğimde ve onu bu şekilde yalnız oturuyorken gördüğümde aklıma hep bu sorular takılıyordu. Ama garip bir nedenle, belki de kalbini kırabilirim korkusuyla hiç sormamıştım bunları ona.
Ders esnasında ister istemez gözlerim takılıyordu o mahzun ve güzel yüzüne. Sürekli bir dalgınlık halindeydi. Ders dinlediği söylenemezdi, bir sıkıntısı vardı ama ne olduğunu kestirebilmem pek mümkün değildi. Genç kız olması nedeniyle belki bir aşk söz konusu olabilirdi. Ama yine de farklı bir sıkıntıydı sanki onunki. Kapının hemen yanı başında çok gizemli bir tablo oluşturuyordu aslında. Verdiğim ödevleri de yapmıyordu genellikle. Bu kadar hamarat bir kızın ödev yapmaya gelince neden böyle sorumsuz davrandığını da aklım almıyordu bir türlü. Bir kez uygun bir dille uyardım. Bu şekilde kendine zarar vereceğini, ödevleri yaptığında konuyu daha iyi kavrayacağını belirttim, ama maalesef devam etti.
Nedense ona hiç kızamıyordum ve sanki o böyle yaptıkça benim de ona karşı sevgim artıyordu garip bir biçimde.
Sınıflarını yazılı yapmıştım o gün. Ertesi gün okula gelip derse girdiğimde öğrencilerin hemen hepsi ''Hocam yazılıları okudunuz mu? '' ya da ''Neden okumadınız? '' türü sorularla kafamı şişiriyorlardı büyük bir gürültüyle. Haklılardı ama. Onları ben alıştırmıştım en geç iki gün içinde yazılı okumaya. En sonunda o kadar çok gürültü oluştu ki,
-Eeee !! Yeter ama !! Ne bu gürültü? Diğer hocalar kaç günde okuyor yazılılarınızı. Onlara böyle yapabiliyor musunuz? Akşam olup eve gittiğimde dünya kadar iş beni bekliyor. Yemek yapılacak, bulaşık yıkanacak. Daha bir sürü daha iş var. Neden bunları düşünmüyorsunuz..?
Aradan beş saniye geçmeden Elif ayağa kalkıp kendini kaybetmiş bir şekilde,
-Yaaa işte Hocam ! Şimdi anladınız mı beni ?
-Ne diyorsun Elif ? Haddini bil ! Seni neden anlayacakmışım ben şimdi ? Ne alakası var ?
Elif bu sözler üzerine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ve..
-Hocam, benim dört ay önce annem öldü. Evde en büyük benim. Bütün işler ve kardeşlerim bana kaldı. Ödev yapmıyorum diye bana kızmıştınız. Şimdi anladınız mı ? Ben de evde yemek yapacağım, bulaşık yıkayacağım, babama, kardeşlerime bakacağım diye aynı sizin gibi ödevlerimi yapamıyorum işte. Üstelik annemi de çok özlüyorum...
Son cümlesi ağzından dökülürken ağlaması çığlıklara dönüşmüştü. Ve yerinden fırlayıp elleriyle yüzünü kapatarak sınıfı terk etti.
Tabii ben de arkasından. O an ders, sınıf, ödev, yazılı, diğer öğrenciler hepsi aklımdan uçup gitmişti.
Elif'i koridorda kolundan yakalayıp bahçede uygun bir yere götürüp oturttum ve dakikalarca teselli etmeye çalıştım. Hatta ondan özür bile diledim.
Onu bir nebze olsun rahatlatmayı başardım sonunda. Ama özünde şaşkınlık ve üzüntüden mahvolmuştum orada.
Bu kara gözlü, mahzun yüzlü güzel kız bana o gün ne büyük bir ders vermişti.
Ömrüm oldukça unutmuyorum, unutamam...
...