19/04/2009

Alman Misafiri Kıskanmak


Mesleğimin ilk yıllarıydı. Tayinim sahil kentlerinden birine çıkmıştı. Turistik bir yerdi burası. Yazın özellikle, iğne atsan yere düşmüyordu. Deniz, orman ve şehir muhteşem bir şekilde iç içe geçmiş, şahane bir manzara oluşturuyordu.

Okula gittiğim yol kartpostalları kıskandıracak güzellikte, girdiğim sınıflar full deniz manzaralıydı. Çocukluğumun geçtiği ve üniversite okuduğum şehirlerde deniz olmadığından bu bana ilahi bir lütuf gibi geliyor, gözlerime inanamıyordum.
Arkadaşlarımın çoğunun tayini mahrumiyet bölgelerine çıkmıştı. Güzel yurdumda bayrağımın dalgalandığı her köşeye heyecanla gitmeye hazır olan ben, yine de bu harika şehirde çalıştığım için her sabah şükretmekten kendimi alıkoyamıyordum.

O yıl aynı okulda çalıştığım bir meslektaşımla bir daire kiralamıştık.
Ev sahiplerimiz Almanya’dan kesin dönüş yapmış, bizimle her yönden ilgilenip ailemizi aratmamaya çalışan orta yaşlı bir çiftti. Apartmanın giriş katında pastane işletiyorlardı ve kızları da öğrencimizdi.

* * * *

Bir hafta sonu kapı zilimiz uzun uzun çaldı. Heyecanlı bir durum vardı sanki. Hemen koşturup açtık. Karşımızda ev sahibimiz Hüseyin Bey ve yanında kocaman sırt çantasıyla gözleri gülen güzel bir Alman genç kız vardı.
Hüseyin Bey gülerek aynen şu cümleyi kurdu ve koşarak uzaklaştı:
- Alın, bu sizin olsun!

Oy oyy! Çok sevindik bu işe. Hazirandı ve sınav dönemiydi. Canımız sıkılıp duruyordu. Nilgün’le birbirimize baktık ve gözlerimiz parladı. Ben zaten lise yıllarımdan beri turistlerle sohbete, onlara yardım etmeye bayılan biriydim.

Evde 3 kişi olmuştuk artık. Ben, Nilgün ve Kerstin.
Nilgün’de Almanca hiç yok, çok az İngilizce biliyordu. Kerstin’de de çok az İngilizce var. Bu yüzden ikisinin anlaşması mümkün görünmüyordu. Aralarında tercümanlık yapmaktan canım çıktı ama değdi doğrusu. O yaz birlikte geçirdiğimiz 10 günün her saati ve dakikası ayrı bir zevk, ayrı bir komediydi. Hiç o kadar güldüğüm bir kesit yoktur hayatımda.
Yaşadıklarımızın hepsini buraya yazsam sayfalar almaz. Şimdi kısacık bir pasaj:

Geceleri dışarı çıkmadığımız için canımız sıkılıyordu. Televizyon Kerstin anlamadığı için zevk vermiyordu. İşte öyle bir akşam;
Nilgün -Ayy şuna bak. Ne kadar güzel bir kız ya! Bir de makyaj yapsak kimbilir nasıl şahane olur! Afet olur valla...
Ben -Sana makyaj yapmak istiyormuş, kabul eder misin?
Kerstin -Eveet !! Canımız sıkılmaz. Merak ettim, nasıl olacağım, yapsın !!
Ben -Kabul ediyor Nilgün, hadi o zaman başla !
Makyaj yapmak Nilgün’ün en büyük hobisiydi. Koşa koşa gidip malzemelerini getirdi.
Önce krem çıkardı. Yerde halının üzerinde işe başladık. Kerstin ortaya bir gelin edasıyla oturdu. Ağzı kulaklarındaydı. Nilgün hemen önüne dizüstü, bense tercüman seyirci rolü üstlenmiştim yanıbaşlarında.
Nilgün kremi eline alıp;
- Önce güzeelce bir kremleyelim. Ayy..Cilde bak yav kaymak gibi. Bir de benimkine bak, sivilce kaynıyor. Ey Allahım beni de göör!
Ben - Cildinin çok güzel olduğunu söylüyor.
Kerstin - Wie ein Baby!
Ben - Nilgüün..! ''Bebek gibi'' diyor bak ..
Nilgün - Anladım, anladım, tercümeye gerek yok. Hııhh! Hattirsin ordan!

Nilgün o an sinirlenip bu sözleri sarfederken Kerstin ile göz gözeydi ve aralarında sadece 5 cm kadar bir mesafe vardı. O kadar komik bir andı ki, gülmekten ölecektik neredeyse.

Tabii neden güldüğümüzü Kerstin'e açıklamak zor oldu...