Kaplumbağalar yavru iken çok sevimlidir, bilir misiniz?
Çocukken ailecek pikniğe gittiğimizde her seferinde kaplumbağa görürdüm. İnsan gördüklerinde kıpırdamazlardı. Minicik bir kaplumbağaya ise ilk kez Lise 1 öğrencisiyken, eve dönüş yolundaki ağaçlık bir alanda rastlamıştım.
Etrafta ne anne kaplumbağa vardı ne de kardeşleri. Ceviz büyüklüğünde, minicik bir şeydi. Ve çok çaresiz görünüyordu.
''Ölecek'' diye korkup eve götürmeye, evde beslemeye karar vermiştim o an. Evde, içini otla doldurduğum bir sandık ayarladım önce. Bir kenarına da küçük bir kap su...
Ne yer, ne içer hiç bilmiyorum ama. Belki su bile içmiyordu, halen bilmiyorum. Deneme yanılma yoluyla yiyecek veriyor, küçük küçük doğranmış sebze ya da meyveler koyuyordum önüne. En çok ot yemeyi seviyordu, bir de marul yaprağı, o aklımda. Hatırladığım en bariz özelliği ise; çok ama çok korkak ve ürkek olduğu, evcilleşmek istememesiydi. Birilerinin varlığını hissettiğinde ölü taklidi yaptığı. Sözün kısası, ne özene bezene hazırladığım yeni yuvasına alışmaya niyeti vardı ne de bana. 1 hafta kadar böyle devam etti. Bu süre içinde ara sıra başını ve ayaklarını çıkarmaya niyetlense de olmuyordu, olmayacaktı. Ürkmek ve saklanmaktı onun işi. Daha da önemlisi mutsuz ve huzursuzdu, üzülüyordum.
En kısa zamanda götürüp doğada, uygun bir ortama bırakmaktan başka çare kalmamıştı. Öyle de yapmıştım.
O minicik, şirin şeyden geriye kalansa yaşayarak öğrendiğim şaşılası özellikleriyle zihnimde yer alan resmiydi.
İster küçük ister büyük olsun kaplumbağaların hepsi türünün bu özelliklerini sergiliyorlardı.
Bunları neden mi hatırladım?
Geçen gün, onca yıl sonra yine eve dönüş yolunda bir kaplumbağaya rastlamamdı sebep. Kaldırımda son gaz ilerleyen yetişkin bir kaplumbağa! Hemen yan taraftaki, içinde otlar yeşermiş boş arsada yaşıyor olmalıydı. Burası tamamdı da, arsa ile kaldırımı bölen beton barikatı nasıl aşmıştı? Üstelik başında dikilmeme rağmen ne ürküyor ne de saklanıyordu. Dedim ya, son sürat ilerliyor, hatta tabiri caizse koşuyordu. Bir şeylere kızmış, almış başını gidiyor gibiydi. O derece gergindi. ''Bıktım artık, bırakın beni. Ne haliniz varsa görün!'' mü demek istiyordu? İnanın bana öyle geldi.
Zaten gökyüzü de bir tuhaftı daha öncesi. Bulutlar kapkaraydı. Şimşekler çakıyordu hiç durmadan.
Yaz yağmurları doluyla birlikte inecekti. Sular seller basmıştı her yanı. Bu mevsim hiç böyle olmazdı.
Neyse, anladınız siz beni...
Bu yetişkin kara kaplumbağasını kaldırımdan alıp her yanını ot bürümüş arsanın yan kısmına bıraktım.
Evi orası olmalıydı. Ancak, öylece kalakaldı. Koşturmayı bırak, kıpırdamıyordu bile .
Hızla uzaklaştım oradan. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır...
Videoda kullanılan müzik: Fahir Atakoğlu
Çocukken ailecek pikniğe gittiğimizde her seferinde kaplumbağa görürdüm. İnsan gördüklerinde kıpırdamazlardı. Minicik bir kaplumbağaya ise ilk kez Lise 1 öğrencisiyken, eve dönüş yolundaki ağaçlık bir alanda rastlamıştım.
Etrafta ne anne kaplumbağa vardı ne de kardeşleri. Ceviz büyüklüğünde, minicik bir şeydi. Ve çok çaresiz görünüyordu.
''Ölecek'' diye korkup eve götürmeye, evde beslemeye karar vermiştim o an. Evde, içini otla doldurduğum bir sandık ayarladım önce. Bir kenarına da küçük bir kap su...
Ne yer, ne içer hiç bilmiyorum ama. Belki su bile içmiyordu, halen bilmiyorum. Deneme yanılma yoluyla yiyecek veriyor, küçük küçük doğranmış sebze ya da meyveler koyuyordum önüne. En çok ot yemeyi seviyordu, bir de marul yaprağı, o aklımda. Hatırladığım en bariz özelliği ise; çok ama çok korkak ve ürkek olduğu, evcilleşmek istememesiydi. Birilerinin varlığını hissettiğinde ölü taklidi yaptığı. Sözün kısası, ne özene bezene hazırladığım yeni yuvasına alışmaya niyeti vardı ne de bana. 1 hafta kadar böyle devam etti. Bu süre içinde ara sıra başını ve ayaklarını çıkarmaya niyetlense de olmuyordu, olmayacaktı. Ürkmek ve saklanmaktı onun işi. Daha da önemlisi mutsuz ve huzursuzdu, üzülüyordum.
O minicik, şirin şeyden geriye kalansa yaşayarak öğrendiğim şaşılası özellikleriyle zihnimde yer alan resmiydi.
İster küçük ister büyük olsun kaplumbağaların hepsi türünün bu özelliklerini sergiliyorlardı.
Bunları neden mi hatırladım?
Geçen gün, onca yıl sonra yine eve dönüş yolunda bir kaplumbağaya rastlamamdı sebep. Kaldırımda son gaz ilerleyen yetişkin bir kaplumbağa! Hemen yan taraftaki, içinde otlar yeşermiş boş arsada yaşıyor olmalıydı. Burası tamamdı da, arsa ile kaldırımı bölen beton barikatı nasıl aşmıştı? Üstelik başında dikilmeme rağmen ne ürküyor ne de saklanıyordu. Dedim ya, son sürat ilerliyor, hatta tabiri caizse koşuyordu. Bir şeylere kızmış, almış başını gidiyor gibiydi. O derece gergindi. ''Bıktım artık, bırakın beni. Ne haliniz varsa görün!'' mü demek istiyordu? İnanın bana öyle geldi.
Zaten gökyüzü de bir tuhaftı daha öncesi. Bulutlar kapkaraydı. Şimşekler çakıyordu hiç durmadan.
Yaz yağmurları doluyla birlikte inecekti. Sular seller basmıştı her yanı. Bu mevsim hiç böyle olmazdı.
Neyse, anladınız siz beni...
Bu yetişkin kara kaplumbağasını kaldırımdan alıp her yanını ot bürümüş arsanın yan kısmına bıraktım.
Evi orası olmalıydı. Ancak, öylece kalakaldı. Koşturmayı bırak, kıpırdamıyordu bile .
Hızla uzaklaştım oradan. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır...
Videoda kullanılan müzik: Fahir Atakoğlu