28/04/2015

Hacılar Tanrıça Figürinleri

Burdur il merkezinin 26-27 km güneybatısında yer alan bir höyük olan Hacılar'da bulunan tanrıça figürinleri sanatta ve inanışta Çatalhöyük medeniyetinin Neolitik Çağ'ın sonlarında da kesintisiz olarak devam ettiğini gösteren önemli buluntuların başında geliyor.

Hacılar'da evlerin tabanlarında veya ocakların etrafında ele geçen tanrıça figürinleri; ayakta duran tanrıça, oturan tanrıça, uzanmış, dinlenir durumda tanrıça, hayvanlar hakimesi, tahtında oturan tanrıçadır. Tanrıçalarda vücut yüze göre daha önemli olup, vücudun üst kısmı her örnekte birbirine benzemektedir. Meme, karın ve kalçaları abartılan figürinlerin tümünde göbek belirgindir. Tanrıçalarda hiçbir zaman ağız gösterilmezken, saç, göz gibi bazı detaylar bulunmaktadır. Genç kadın figürinlerinde saçlar daima atkuyruğu şeklinde, yaşlı kadınlarda da başın arkasında topuz yapılmış olarak betimlenmiştir. Hacılar'da erkek figürinlerinin hiç bulunmamasına karşın erkek çocuk betimlemelerine, anasının kucağında veya tanrıçası ile birlikte yer verilmiştir.


(Daha büyük görüntü için resme tıklayın lütfen)

Hacılar Goddess Figurines
In Hacılar goddess figurines found at the floors of the houses or around the hearts are standing goddess, the sitting goddess, resting goddess, mistress of animals, and enthroned goddess.
The body in goddess figurine is more significant than face, the upper part of the body are similar in each sample. Breast, abdomen, and hips of figurines are too big and belly is apparent. While on goddnes figurines the mouth is never visible, some details such as hair and eyes are seen. In young female figurines the hair is in form of ponyteil, however on older female figurines the hair is described as bun at the back of the head. Althought there is no male figurine in Hacılar, portraits of boys on his mother's lap or with his goddess are depicted.


26/04/2015

Güneş Kursu (Törensel Sembol)

Kurs sözcüğü gök biliminde ''Bir gök cisminin teker biçimde görülen yüzü'' anlamına geliyor. O nedenle Erken Tunç Çağı'nda kullanılmış olan törensel semboller pek çoğumuzun dilinin alıştığı şekilde ''Hitit Güneşi'' olarak değil, ''Güneş Kursu'' olarak adlandırılıyor.
Hititler güneş kurslarını sembol olarak kullanmasına kullanmışlar, ancak bu kurslar özünde Anadolu'da Hititlerden önce yaşamış olan Hatti Uygarlığı'na (MÖ 2500-1700) ait. Ayrıca; Anadolu Yarımadası'nın bilinen en eski adı Hatti Ülkesi.

Bu ad o kadar benimsenmiş ki, Anadolu'ya Hattilerden sonra yerleşen Hititler bile yaşadıkları ülkeden söz ederlerken Hatti Ülkesi tanımını kullanmışlar. Bu yüzden Anadolu en az 1500 yıl süresince Hatti Ülkesi olarak bilinmiş. O halde güneş kurslarının Hitit Güneşi olarak adlandırılmaları ne kadar doğru, varın siz düşünün.

Aşağıdaki güneş kurslarından birini Ankara Üniversitesi'nin logosu olarak, geyikli olan diğerini ise Başkentimizin Sıhhıye Meydanı'ndaki büyük anıttan hatırlıyoruz. Asıllarının bu kadar küçük olması şaşırtıyor insanı (Laptop çantasına girebilecek ebatta). Her ikisi de Alacahöyük'teki kazılarda ortaya çıkarılmış birer güneş kursu. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde diğer güneş kurslarıyla birlikte sergileniyor. Bu arada Sıhhıye'nin simgesi olmuş o büyük, geyikli anıtın aslen bir güneş kursu olması epey şaşırttı beni.

Hititlerde uygarlık ve sanatın simgesi sayılan güneş kursları genellikle bakır, gümüş ya da bronzdan yapılmış. Dairesel şekil güneşi simgelediğinden bu adı alıyorlar ve sabit ya da devingen eklentilere sahipler. Tam daire şeklinde olanlar da var, yarım daire hatta kare şeklinde olanlara da rastlanıyor. Alt kısımlardaki girinti ve çıkıntılar nedeniyle altın yahut gümüş kabzalı ahşap saplara takılarak taşındıkları, dairenin etrafındaki diğer ögelerinse dini törenlerde sallandıklarında ses çıkarmaları için yerleştirildikleri düşünülüyor. Kimi zaman üremeyi simgelemek için kuş ve ağaç, barışı simgelemek içinse geyik figürü kullanılmış. Güneş kurslarının bir kısmının o dönemin kutsal hayvanları sayılan geyik ve boğa heykelcikleri ile bezenmiş olmaları bu kursların kültsel bir işlevi olduğunu kanıtlıyor.

Anadolu Medeniyetleri Müzesi
Erken Tunç Çağı Bölümü / Early Bronze Age Section

Boğa ve Geyik Figürleri
Güneş kurslarının dönemin kutsal hayvanı olan boğa boynuzları ile çevrelenmiş olması, bunların kültsel işlevi olduğunu göstermektedir. Kursların ortasında duran boğa ve geyik gibi hayvanlar tanrıyı, çevresinde çeşitli bezemelerle oluşturulmuş bölüm evreni, bazı kurslarda ise güneş ışığını sembolize etmektedir.
Işınsız çelenk biçimli semboller gökyüzü yuvarlağını, ortasındaki hayvanlar da birer tanrıyı canlandırmaktadır.
Boğalar en büyük tanrıyı (Gök-Hava Tanrısı), bazı güneş kurslarındaki küçük yuvarlak sallantılar da yıldızları temsil etmekte, dini törenlerde bir sapa takılarak kullanıldığı düşünülmektedir.

Bull and Deer Figures
The sun discs encircled with bull and deer figures, sacred animals of the period indicate that they have a function related to the cult. The centrel animal in the disc, such as bull and deer represent the god and the section formed with ornaments around it represents the universe and sun light in some discs.
Garland shaped symbols without rays show the solar disc and each animal in the centre depict a deity. Bulls represent the main deity (Storm God) and small round pendants in some sun discs represent the stars. It is thought that they were surmounted by a handle in the rites.


Adı ''Hitit Güneşi'' olarak zihinlere yanlış biçimde kazınmış bu sembolün Ankara Üniversitesi’nin Türk Patent Enstitüsü tarafından da tescillenmiş marka ve logosu olduğunu bilmeyen yok, öyle değil mi? Aynı zamanda bir dönem Başkentimiz Ankara'nın simgesi olarak kullanılmıştı. Ankara demek Hitit Güneşi demekti. Çok da yakışıyordu. Sonra ne oldu da kaldırıldı? Ankara Belediyesi tarafından imaj yenileme çalışmaları bahanesiyle -Yargıtay, onayını Güneş Kursu'ndan yana kullanmasına rağmen- yok ediliverdi.

Çorum Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (ÇORUMSİAD) işi gücü bırakıp 'Güneş Kursu'nun Ankara Üniversitesi'ne tescillenmesine itirazlar yağdırdığını biliyor muydunuz peki? Adamlar bunun için Türk Patent Enstitüsü'ne kadar başvurmuşlar, ancak itirazları reddedilmiş. Dernek Başkanı; Çorum topraklarında gün ışığına çıkarılan bu sembolün bir kuruluşa mal edilmemesi gerektiğini, buna engel olacaklarını, mücadelelerinin süreceğini söylemiş. Bir üst kurula başvuracaklarmış. Tartışmalar aktif biçimde devam ediyormuş.
Aman Tanrım! Şaka gibi!
Koskoca üniversiteye neredeyse tarihi eser kaçakçılığından dava açacaklarmış.
Başkentimizdeki seçkin bir üniversitenin, hemen yanı başındaki topraklarda, Ankara'ya yalnızca birkaç saat uzaklıktaki kazılarda bulunmuş bir eseri simge olarak kullanması ne büyük suçmuş, bakar mısınız?!
Farkında mısınız bilmem; ama söz konusu olan Anadolu’nun bağrından çıkmış bir eser. Bu yasakçı zihniyet, bu acayip sahiplenme neden? Bu eserin Alacahöyük'teki kazılarda ortaya çıktığını ilkokul çocukları bile bilir? Daha ne istiyorsunuz? Sürekli gündemde kalmak mı yoksa niyetiniz?

24/04/2015

Doğa Harikası Bir Böcek: Yusufçuk

Dilimizdeki asıl adı ''yusufçuk'' olan helikopter böceği, çocukluğuma dair önemli imgelerden biri.

Onu ne zaman görsem aklıma ilk önce yakalamak için heyecanla peşinden koşturduğumuz günler düşer...

''Bir tür sinek mi acaba?'' derdik. Arı, böcek ya da kelebek?
Bunlardan hangisi olduğunu bilemez, tahmin yürütürdük. Daha sonra nasıl öğrendik veya kendimiz mi uygun gördük hiç hatırlamıyorum; ama ''helikopter böceği'' demeye başlamıştık. Helikopterle birebir örtüşen görüntüsünü incelemeye alan her kim olursa aklına ilk bu gelir zaten.

Kanatlarını titreştirerek ve değişik bir ses çıkararak uçan bu böceğin önemli bir özelliğini keşfetmiştik kendi aramızda.
Upuzun kuyruğu, zarif kanatları ve ışıldayan rengârenk görüntüsü hepimizi büyülemiş olsa gerek, yaka iğnesi yapıyorduk onu. Artık hangimizin keşfiyse; yeni yakalanmış bir yusufçuğu alıp yakanıza koyduğunuzda epeyce bir süre orada kalır, sizi dünyanın en pahalı broşunu takmışcasına mutlu eder ve ondan sonra uçar giderdi. İşte bu keşif bize aitti. Kendi kendimize deneyimlemiştik.

Biz çocuk aklımızla bunu yapmıştık ya, yusufçuğun yıllar sonra takı tasarımcılarının da dikkatini çekmesi ve en çok ilham aldıkları figür olması çok şaşırtmıştı beni. Bu takılar şık bir görüntü oluşturmasının yanı sıra taşıdığı anlamla da bir hayli beğeni kazanıyor bence. Yusufçuk doğanın eşine en sadık canlısı diye biliniyor çünkü. O kadar sadık ve kıskanç ki eşini başkasıyla paylaşmak yerine ölümü tercih ediyor. İşte bu nedenle kimi zaman pırlantalı şık bir tasarımda, kimi zaman sade, taşsız bir figür olarak pek çok mücevherde tutkulu bir aşkı ve sonsuza dek sürecek sadakati sembolize ediyor. Sevgiliye olan bağlılığı ifade etmek üzere bir armağan paketinde can buluyor yusufçuk.

Saatte 40 km’ye varan hızla uçarken ani manevralar yapabilen bu böcek görme yeteneği ile de kusursuz. Başının yarısını kaplayan ve her biri 1000 mercekten oluşan gözleri ona arkasında olup bitenleri görebilecek kadar geniş bir görüş alanı sağladığından, gözleri dünyanın en iyi böcek gözü olarak kabul ediliyor.
Metal halkalardan oluşmuş gibi duran uzun kuyruğu ise özel bir üniforma giymiş imajı veriyor bence.

Yusufçukların sadece görüntüleri ve gözleri değil, uçuş sistemleri de bir tasarım harikası. İşte bu yüzden dünyanın en ünlü helikopter üreticisi sikorsky, son modelinin tasarımını yusufçuğu örnek alarak gerçekleştirmiş. Proje için yusufçuğun havadaki manevraları göz önüne alınıp tam 2000 adet özel çizim gerçekleştirilmiş. Bu çalışma süreci sonunda sikorsky'ın asker ve mühimmat taşımak için ürettiği yeni modeli ortaya çıkmış.

Dilimizdeki naif adını Yusuf Peygamber’den ve onun güzelliğinden aldığı rivayet edilen doğa harikası bu böceğin İngilizcedeki adı dragonfly, yani ejderha böceği. Aradaki farka bakar mısınız?

Sulak yerlerde yaşayan ve ömürleri 6 ay ile 7 yıl arasında değişen yusufçukların en büyük kozmik görevlerinin şu nefret ettiğim sivrisinekleri yok etmek olduğunu öğrendim ya en son. Gel de hayran olma bu şirin böceği. Gel de onu sevme…

Görseller: en.wikipedia.org


16/04/2015

Sakuralar Çiçek Açtı!

İnsan istesin ve azmetsin yeter ki. Sonunda başardım! Ağacın en alt dallarında bile açmaya çabalayan şu çiçeklerin güzelliğine bakar mısınız? Hikâye öyle ilginç ki...

Birkaç yıl önce bu zamanlar, bir sitenin yol boyunca dikmiş olduğu ve yalnızca dallarla yapraklardan oluşmuş sıradan görüntülerinin kimsenin dikkatini çekmediği bu ağaçların üzerlerinde pembe güllere benzeyen şahane çiçekler görüp çok şaşırmış ve bir fotoğrafını çekmiştim. Fotoğrafa baktıkça aklımda kaldığı için, üç beş gün sonra yeniden oraya giderek farklı görüntüler almak istemiş, ancak üzerinde tek bir çiçek bile kalmadığını görüp hüsrana uğramıştım. Bu durum çok esrarengiz gelmişti bana. Onca çiçek bu kadar kısa sürede nereye kaybolmuştu?

Katmer katmer sıralanmış eşsiz güzellikteki pembe çiçeklerin ve tomurcukların bir fidanda değil de kocaman bir ağaçta açıp sonra da kısa bir süre içinde yok olmaları öyle şaşırtmıştı ki beni! O günden sonra o yoldan her geçişimde gözüm sürekli, adını bile bilmediğim bu ağaçlara gidiyordu. Üzerinden kaç yıl, kaç mevsim geçmiş, bir daha da o görüntülere rastlayamamıştım.

Bu yıl bahar başladığından beri yine takipteydim. Hem de bu kez sık aralıklarla. Ama nafileydi. Çiçek falan yoktu ortalıkta. Meyve ağaçlarında bile 'açmış çiçek' kalmamıştı. Yoksa gördüğüm bir hayal miydi? Birkaç yıl bekleyip canı istediği zaman çiçek açan evdeki Japon gülünden farkı yoktu galiba bu ağaçların. Böyle düşünmeye başlamıştım...
Ta ki dün akşam üzeri karşıma çıkan şu muhteşem görüntülere rastlayana kadar!

Hemen eve gelip çektiğim görselleri Google’da aratarak öncelikle bu ağacın Japoncadan gelen adını öğrendim.
Sakura (Cherry Blossom): Kiraz çiçeği (Bildiğimiz kiraz ile ilgisi olmayan, meyve vermeyen bir tür)

Sakura en fazla 1 hafta ya da on günlüğüne çiçek açıyormuş meğer! Ve en önemli özelliği ne biliyor musunuz? Diğer çiçekler gibi solmadan, en güzel ve olgun zamana ulaştığında daldan düşmek ve ortalığı pembe bir halıyla kaplamak...

Japonya'dan Muhteşem Manzaralar

Sakura, Japonlar için Hana-mi (çiçek seyri) adını verdikleri kültürlerinde bahara görkemli bir başlangıç yapmak için oldukça önemli bir ağaçmış. Bu ağacın çok kısa süreliğine böyle özel çiçeklerle donanması ve o çiçekleri 'solmadan' tüm şehrin üzerine dökmesi onlar için büyük anlam taşıyor, parklara, bahçelere, tapınaklara akın ediyorlarmış.

Yüzyıllardır süren ve sakura çiçeklerinin sunduğu bu güzelliği kutsayan gelenek, samuray ruhu taşıyan Japonlar için aynı zamanda uzun gibi görünen ama çabucak biten insan hayatını temsil ediyor. Yaşamlarındaki evlilik, yeni bir işe başlama ya da tatile çıkma gibi en önemli günlerin genellikle bu ağacın çiçeklerini döktüğü günlere rastlamasını istemeleri bu yüzden.

Sakuranın tarih boyunca Japon şairlerine ve müzik adamlarına ilham vermesi de kaçınılmaz olmuş, hatta İkinci Dünya Savaşı’nda bile yerini almış. Kamikaze adlı intihar uçaklarını kullanan pilotlar son uçuşlarına çıkmadan önce uçaklarına sakura figürü çiziyorlarmış. Çünkü ülkesini korumak adına intihar görevini tamamlamış olan kahraman Japon pilotların bir sonraki hayatlarında sakura olarak reenkarne olacaklarına inançları tammış.

Sakura zamanı küresel ısınma nedeniyle her yıl farklı tarihlerde gerçekleşiyor. Bu yüzden Japonya'da meteorolojinin en önemli görevlerinden biri, Sakura Zensen'in şehirlere göre tam tarihini tespit etmek ve halka bildirmek. Öyle ki, bir keresinde yaptığı yanlış tahmin yüzünden halktan özür dilemek zorunda kalmış.

Japonya'nın, doğal zenginlik olarak sınıflandırdığı için bu ağacının ülke dışına çıkartılmasını yasakladığı, ilişkilerini geliştirmek ve evrensel dostluk adına, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu yalnızca 9 ülkeye hediye ettiği de öğrendiğim bilgiler arasında.

Yaşam karmaşası içinde, kısacık bir zaman dilimine sığdırdığı muhteşem çiçekleriyle insanlara inanılmaz bir heyecan ve yaşama sevinci veren bu ağaçları her şeyin gelip geçici olduğunu düşünerek seyretmenin tam zamanı şimdi...
Rastlarsanız sakın kaçırmayın...

* * *
Yazının başında belirttiğim o tek fotoğraf
(Arşivden bulunup eklendi)


10/04/2015

Burger Meraklıları! Bu Yazı Size...

Dünyaca ünlü fast-food zincirlerinin ''1 Menü Alana 1 Menü Bedava'' kampanyaları öyle bir safhaya gelmiş ki tamamiyle çılgınlık ve israf. Olmaz böyle şey!

Burgerlarda sıraya girip oturacağı masaya iki elinde iki tepsiyle giden insanlara dikkat ettiniz mi hiç? Dikkat edin, bakın. O iki menü, iki kişi için değil, bir kişi için alınıyor genellikle. Sıkıştırsan neredeyse kibrit kutusu kadar küçülecek tek hamburgerle doymayacağını bildiği için iki menünün hamburgerini de yemek istiyor onca insan çünkü. Diğer menünün kalanlarına dokunmuyorlar bile.

Geçen gün, oturacakları masaya zar zor sığdırdıkları tam 6 menüyle gelen üç arkadaşın birinci menülerini tam, ikincilerinin sadece hamburgerini yiyip kalkmalarını görmek inanılmaz oldu benim için. Geride bıraktıkları tablo öyle düşündürücüydü ki!
Burada fast-food ile beslenmenin hepimizin bildiği sakıncalarını anlatacak değilim. Ancak, aklıma en çok yerleşenin depresyonu tetiklemek olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum ki bunda fast-food ortamındaki insanları izlediğimizde mutsuz, huzursuz ve depresif bir aura göreceğimizi söyleyen yabancı profesörün etkisi büyük.


İşte bu nedenle bugün blogta ilk kez yeme-içme üzerine bir mekân tanıtacağım. Bunu yaparken özellikle üstüne basarak ve de hiçbir detay atlamadan yazacağım ki şu hamburger denen illeti yemekten ne kadar fazla insan kurtulursa o kadar iyi. Hani dışarıda yemek yemek deyince aklına sadece burgerlar gelen ve depresif aura insanı olarak nitelenenler...

ANKARA-EMEK-YILDIZ ASPAVA

Burası tesadüfen keşfettiğimiz ve çok beğendiğimiz, Ankara’ya her gidişimizde mutlaka aklımıza düşen, hiçbir şekilde reklam, kampanya (ya da yaygara) yapmadan, sessiz sakin bir şekilde kaliteli hizmet sunan bir yer. İçerideki güzellikleri sadece gidenlerin ya da keşfedenlerin bildiği, son derece nezih, temiz, titiz, Türk usulü bir mekân. Bir kebapevi.
Alışılmışın dışındalık daha kapıda, takım elbiseli bir beyin sizi ''Hoşgeldiniz!'' karşılamasıyla başlıyor. Kebap çeşitleri her yöreden ve son derece leziz. Servis hizmeti mi? Maksimum seviyede hızlı ve güleryüzle gerçekleşiyor.

En çok şaşırtacak olana gelelim mi?
Şık garsonların pervane olmuş halde gerçekleştirdikleri bitmek tükenmek bilmeyen ikramlar...

Masada yerinizi aldıktan en fazla 2 dakika sonra patates kızartmanız ve salatanız geliyor. Siz onları ufak ufak atıştırırken bu kez buz gibi cacığınız hemen yerini alıyor. İçerisi full doluyken bile, sipariş etmiş olduğunuz odun ateşinde pişirilmiş kebapların toplam 15 dakika içinde getirileceğinden emin olmalısınız. Kaç kişi giderseniz gidin bu süreç asla uzamıyor.
Bu esnada çok açsınız ve ikramlarınızı bitirdiniz diyelim. Masanıza bakan garsonlar bunu anında farkediyor. Dilediğiniz kez ve ''ek bir ücret talep etmeden'' yine yeniden getiriyorlar.
İki kişi, menüden sembolik olarak seçip sipariş ettiğimiz, blogda yayınlamak üzere görüntülerini de aldığım Adana kebap ve kıymalı pideyi fotoğraflarda gördüğünüz ikramlarla birlikte bitiriyoruz. Masamız ışık hızıyla toparlanıp temizleniyor.

Bitti mi? Bitmedi, asıl keyif bundan sonra başlıyor...
Masada bu kez sıcacık irmik helvası eşliğinde Maraş dondurmalarınız!
Vee... Siz tatlınızı yarılamışken gelen semaver servisi!
Yemeğin üzerine zevkle içilecek olan Türk usulü demlenmiş, bardak bardak, tazecik, mis gibi çay...

Böylesi harika bir servis hizmeti eşliğinde, sıraya girmeden, rahat koltuklarınızdan hiç kıpırdamadan Türk usulü yiyip içmenin mutluluk ve huzurunu duyumsamak öyle güzel ki!

Bunca güzelliğin bedeli ne kadar peki?
Hesap hemen orada. İki kişi yalnızca 30 TL.
Sizce de inanılmaz değil mi?

06/04/2015

Blogunuzun Kıymetini Bilin!

Sosyal medyaya bağlı yayın servislerinden Twitter ve video barındırma websitelerinden Youtube bugün saat 12:00 itibariyle çökmüş durumda ve halen herhangi bir kıpırtı yok. Sırada Facebook ve Instagram da olabilir. Kullanıcıları için hiç ummadıkları bir anda onlar da çökebilir ya da kapanabilir.

Geçici bir teknik arızadır ya da yasak getirilmiştir, bunu bilemiyoruz. Gördüğümüz ve bildiğimiz şu ki; her biri farklı kurucular tarafından hizmete sunulmuş olan ve yönetimine dair üzerinde hiçbir söz hakkına sahip olmadığımız bu servislerin kalıcılıklarının da, ne zaman ne olacaklarının da garantisi yok.
Onlar şu an anasayfaları yerine, milyonlarca kişinin yıllar boyu biriktirdiği her türlü paylaşımın nasıl da birdenbire yok olduğunu gösteren can sıkıcı sayfalarıyla karşımızdalar.

Böylece blog yazarak fikir üretmenin ve paylaşmanın, anıları eksiksiz biçimde biriktirmenin ne denli iyi bir seçim olduğunu bir kez daha anlamış bulunuyoruz.

Diyeceksiniz ki Blogger çökmez mi?
Böyle bir durum yaşansa bile, panelinizdeki blogunuzu içe/dışa aktarma seçeneklerini kullandığınız takdirde tüm yayınlarınızı yorumlarıyla birlikte başka bir alana taşıma olanağınız her zaman mevcut.
Anılarınızı biriktirmeye blogunuzla devam edin. Bu mecranın kıymetini bilin ve asla vazgeçmeyin.

İyi bloglamalar dileğiyle, sevgiler…


02/04/2015

Kanatlı Denizatı Biçimli Altın Broş

Görüntü, avucunuzun içini bile doldurmayan, minicik, ışıl ışıl bir broşa ait. Görenlerin gözünü ayıramadığı, som altından yapılmış olan ve Dünya arkeolojisinin en değerlileri listesinde adı geçen bu broşa paha biçilemiyor.

Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde özel koruma altında sergilenmekte olan broşun net fotoğrafını almak oradaki şartlar altında mümkün değil. Kendisinin çok küçük ve bulunduğu ortamın oldukça loş olması dışında, bir hayli de yükseğe asılmış çünkü. İnsan elinin uzanamayacağı kadar yükseğe. Bir nedeni var elbette...

Bakalım asırlar öncesi başlayan hikâyesi nasılmış?
Antik çağın bilinen en zengin kralı olan Krezüs (Kroisos), Lidya’yı MÖ 560-546 yılları arasında yöneten ve gücünün zirvesine taşıyan son kral. Başta Kral Krezüs olmak üzere (İkinci Karun), ülkeyi yönetenler öyle zengin ki her tarafları tepeleme altınla dolu ('Karun kadar zengin' deyimi buradan geliyor). Bunca zenginliğin kaynağı ise Thamos Dağı’ndan doğup Hermes Nehri ile birleşen ve başkent Sardes’ten (Salihli) geçerek denize ulaşan, yatakları altınla bezeli Paktalos Deresi.

-Mitolojide, tuttuğu her şeyin altın olması için tanrılara yalvaran, bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini zanneden Krezüs'ün, çok zengin olduğu halde bir türlü mutluluğu yakalayamadığı, acılar içinde kıvranarak öldüğü anlatılıyor.-

Karun’un ''lanetli'' diye bilinen eşsiz hazineleri, öldüğü zaman Uşak yakınlarındaki tümülüslere gömülür. Aradan yüzyıllar geçer. Soyguncular 1963’te bu tümülüsleri keşfedince, dünyanın en gözde eserlerinden olan hazinenin parçaları tek tek yurtdışına kaçırılmaya başlanır. Ancak, hazinenin lanetinin mezar soyguncularını rahat bırakmadığı, hiçbirinin iflah etmediği, cinayete kurban gitmek, evladını yitirmek ya da delirmek gibi kötü birer sonla karşılaştıkları anlatılmaktadır...

Otuz yıl sonra, 1993’te, lanetli denilen bu eserlerin ABD'de New York Metropolitan Müzesi'nde olduğu anlaşılınca Türkiye dava açar ve hazineler ülkemize getirilerek Uşak Müzesi'nde sergilenmeye alınır. Ta ki 2005 yılında, bu kez Karun Hazinesi'nin en önemli parçası Kanatlı Denizatı Broşu'nun sahtesiyle değiştirilip çalınmasına dek...

2006 yılında Uşak Arkeoloji Müzesi’nden 8 kamera ve gece devreye giren alarm sistemiyle korunmasına rağmen Müze Müdürü Kazım Akbıyıkoğlu’nun elebaşılığında çalındığı ortaya çıkan paha biçilmez broş, yedi yıl sonra İnterpol aracılığıyla bu kez Almanya'da bulunur ve iki yıl önce Türkiye'ye teslim edilir. Uşak Müze Müdürü mü? ‘Nitelikli zimmet suçu’ndan 12 yıl 11 ay hapis cezası alır. ‘2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na Muhalefet’ ve ‘Görevi İhmal’ suçundan yargılanıp suçlu bulunarak cezaevine atılır. Ancak 4 yıl yattıktan sonra serbest bırakılır.

450 parçadan oluşan Karun Hazineleri'nin 449 parçası şu an Uşak'ta.
İçlerinde, "korunamadığı" gerekçesiyle yalnızca Kanatlı Denizatı Broşu yok...
O artık Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde, kirli ellerin ona asla uzanamayacağı kadar güvenlikli bir yerde, önlem altında...



KANATLI DENİZATI BİÇİMLİ ALTIN BROŞ - LİDYA DÖNEMİ
M.Ö. 6.Yüzyıl - Uşak Toptepe Tümülüsü