29/03/2016

Tatar Mutfağında Çibörek

Son derece zengin bir mutfak kültürüne sahip olan Tatarlar hamur işi ve börek türlerinde bir hayli aşama kaydetmişler.
İçlerinde en ünlüsü tabii ki çibörek...

Su, un ve tuz ile yoğrulmuş sert bir hamurdan açılan bu böreğe iç harcı olarak çiğ soğan ve kıyma koyulup yarım ay şeklinde kapatılıyor. Geniş, tercihen döküm bir kazanda, sıcaklığı 240-250 derece kızdırılmış sıvı yağın içinde yalnızca 40 saniye kadar kızartılıp çıkarılan börek hiç yağ çekmeden pişiyor. Pişen böreği şayet elinizle ortadan böldüğünüzde su akıyorsa adına ''sorpalı'' deniyormuş. Yani çiböreğin makbul olanı.

Kırım Türkleri başlıklı yazımın yorumlarında 'çibörek' ile ilgili yayın hazırlayacağımı söylemiştim hani.
''En sevdiğin yemek ne?'' sorusunu yanıtlarken adı mutlaka sıralamamda yer alır. Gerçekten de bayıldığım bir lezzettir. Bıraksalar patlayıncaya kadar yemek istediklerimden. Ancak, imlâ takıntım nedeniyle ismiyle ilgili sıkıntım vardı. Çibörek denmesi sinir bozucu geliyordu bana. Ta ki günlerden bir gün, sahil kentlerinden birinde, kalabalık bir caddenin kaldırımında yürürken yanı başımdaki işletmenin bir çibörekçi olduğunu farkedene kadar.

Klavye şu an kırmızı çizgilerle uyarsa da çibörek diyorum, çünkü doğrusu ve aslı ''çibörek''.
O gün, camekâna boy boy dizilmiş çiböreklerin dumanı üzerindeydi. Geri planda üç kadın harıl harıl çalışıyor, biri hamuru açıyor, diğeri malzemeyi döşeyip kapatarak yarım ay şekli veriyor, üçüncü kadın kızgın yağda pişiriyordu. Bunları saniyeler içinde gördüm ve tam o esnada içerideki duvara pano şeklinde asılmış kocaman iki levhaya gitti gözüm.
''ÇİBÖREK'' yazıyordu orada.
Çibörek, çiköfte... TDK sözlüğe bakmıştım kaç kez ''çiğ börek'' diye geçiyor ve isim olduğu belirtilerek ''Çiğ kıyma, soğan ve baharat karışımının açılmış yufkaya konulup yağda kızartılmasıyla yapılan börek'' şeklinde açıklanıyordu.
''Çiköfte'' diyen kırolar gibi o neydi öyle ''çibörek''...
Kazın ayağının öyle olmadığını işte o gün o çibörekçide anladım. Adamlar sağolsunlar levhalardan birini ''Vikipedi'' den kaynaklanmışlar. Diğer levha ise akıllara zarar. Tatarlar bu böreği öyle çok sevmişler ki üzerine destan yazmışlar. İnternette ararsanız devamı da var. Upuzun ve edebi bir dille yazılmış kaliteli bir DESTAN üstelik...


İşte böyle; bir gün gelir hiç ummadığı bir zamanda ve mekânda,
o ana kadar bilmedikleri, nal gibi çıkabilirmiş insanın karşısına...

* * *


* * *


27/03/2016

Kırım Türkleri

Hayatınızın herhangi bir döneminde Tatar kökenli bir arkadaşa, tanıdığa ya da komşuya sahip oldunuz mu? Cevabınız ''Evet'' ise çok şanslısınız...

Kırım Tatarı demek; sevimli, güler yüzlü, dost canlısı insan demektir çünkü. Muhabbetlerine doyum olmayan, aynı zamanda zeki, çağdaş ve çalışkan soydaşlarımızdır onlar.
Bakın, yan tarafta ülkemizin alanında isim yapmış duayenlerini bir araya getirdim. Özellikle de tarihçi ve gazeteci deyince akla gelen ilk isimlerini...

1914 doğumlu Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çağ, 1916 doğumlu Prof. Dr. Halil İnancık, Prof. Dr. İlber Ortaylı, 1922 doğumlu Tema Vakfı Başkanı ve Türk bilim adamı Hayrettin Karaca, Can Dündar, Çetin Altan...

En büyük ortak özellikleri Kırım kökenli olmaları. Dahası 100 yaşına yaklaşmış, hatta aşmış olmaları. Şaşırtıcı değil mi?

Kırım Tatarları acı dolu bir geçmişe sahip olmalarına rağmen gülmeyi asla unutmamışlardır. Hatta gülümsedikleri zaman çekik gözleri neredeyse tamamen kapanır ve ultra bir sevimliliğe bürünürler. Kültürlerine (özellikle tarih ve mutfak kültürlerine) sıkı sıkıya bağlıdırlar.
Anadolu, 18. yüzyıl sonundan itibaren belirli zamanlarda yoğunluk kazanan dış göç hareketlerine maruz kalmış. Aslen Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ile başlayan ve devletin büyümesine yönelik bir politika olarak teşvik edilen göçler sonucu Türkçe konuşan önemli sayıda topluluk iskân edilmiş. Dolayısıyla Anadolu'daki kentlerde kısa süre içinde göçmen mahallesi olgusu ortaya çıkmış. Eskişehir'deki Tatar mahalleleri bu gelişmelerin örneklerinden. Tatar göçmenler başta Eskişehir, Balıkesir, Bandırma, Çorum, Kahramanmaraş, Adana, Sivas vb. bölgelere iskân edilmişler. Hatta 1990 yılında, Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde ''Kültürel Azınlık'' olarak kabul edilip koruma altına alınmışlar.

Biliyorsunuz, Tatarların anavatanı Karadeniz'in kuzeyinde bulunan Kırım Yarımadası. Bölgenin ülkemiz açısından tarihsel ve stratejik önemi büyük. Nüfusları şu an 350 bini aşan Kırım halkı ile yakın soydaşlık bağlarımız var.

Tatarlar... Ruslar tarafından 200 yıl boyunca zulme uğrayan, öldürülüp yok edilmeye çalışılan, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanlardan yana oldukları bahane edilerek sürgüne gönderilen Müslüman Türk halkı.
Bu yüzden 18 Mayıs 1944 tarihinin Tatarlar için önemi büyük. Çünkü bu tarihte Stalin tarafından Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle ceza olarak Kırım'dan sürülmüşler. Trenlere bindirilip aç, susuz, sefalet içinde göçe zorlanmışlar.
Genç kuşak Tatarlar dedeleri tarafından anlatılan sürgün öykülerini mutlaka bilirler.
Kimi kaynaklarda bu göç esnasında halkın yarıya yakınının öldüğünden bahsediliyor. Kalanlar bir şekilde anayurtlarına geri getirilmişler; ama zulüm bitmemiş. Kendi topraklarında azınlık konumdalar şu an, asimile edilmeye çalışılıyorlar. Hedef tahtası olarak görülmekteler ve halen tehlike altındalar.

Bizimse devlet olarak Tatar soydaşlarımız için ne tür bir siyasi tavır takınacağımız meçhul.

Tüm bunları epeydir düşünüyorum. Nedeni malum...
Sırf sınırlarımız bitişik diye ülkemiz Suriyeli'den geçilmiyor.
Üstüne üstlük ''Alın şu parayı. Bunlara siz sahip çıkacaksınız!'' dediler.
Orada soydaşlarımız dururken kapılarımızın bu şekilde yalnızca Araplara açık olması hiç adil gelmiyor bana...


21/03/2016

Çanakkale Deniz Müzesi

Buram buram tarih kokan Çanakkale'nin deniz müzesi kuruluş tarihi sanılanın aksine eski değil. Çanakkale il merkezinde Deniz ve Kara Savaşları'nın anlatımına ilişkin bir bilgilendirme kompleksine ihtiyaç duyulması nedeniyle 18 Mart 1915 Deniz Zaferinin 67.Yıl Kutlama Programı kapsamında 1982'de kurulmuş.

Çimenlik Kalesi'ndeki top koleksiyonunun dışında, gönüllülerden oluşmuş bir ekip tarafından savaş alanlarında yüzey taramaları ile komutanlık arşivleri - envanterleri taraması dışında, özel kişi ve kuruluşlarca bağışlanmış malzemelerle içeriği zenginleşmiş bir müze. Çimenlik Parkı içindeki 1927 yapımı bina müze binasına dönüştürülürken 1954 tarihli binanın birinci katı boşaltılıp Müze İdari Binası olarak düzenlenmiş.

18 Mart 1915 Deniz Zaferi kahramanı Nusrat Mayın Gemisi'nin İstanbul Tersane Komutanlığı 1/1 ölçekli tıpkı yapımı park içinde hazırlanmış özel platformuna yerleştirilerek müzenin mekansal yapılaşması tamamlanmış ve 18 Mart 1982'de Çanakkale Boğaz Komutanlığı Müzesi adı ile açılışı yapılmış.

Müzedeki sergileme 2000 yılında tekrar düzenlenerek çağdaş müzecilik kriterlerine göre kurgulanmış. Bu arada, doküman tedarikine devam ediliyor. Müzeye girişte hemen sol tarafta, 2005 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi(GSF), Seramik Bölümü Öğr.Gör. Ergün Arda ve ekibi tarafından yapılmış olan Çimenlik Kalesi Askeri Müzesi 90.Yıl Seramik Rölyef Panosu yer alıyor.


İlk görseldeki kürenin altında görülen ve kime ait olduğu yazılmayan ''Denizlere Hakim Olan Cihana Hakim Olur'' sözü
Barbaros Hayrettin Paşa menşeli. Bundan 500 yıl önce yaşamış Kaptan-ı Deryamız
sözü o zamanın şartlarına göre ''Akdeniz’e Hâkim Olan Cihana Hâkim Olur'' şeklinde sarfetmiş. Cihana hakim olmak??
Deniz Kuvvetlerinin günümüzden kaç asır geriye gidip bu sözü orada (Barışın kenti Çanakkale'de)
bir nevi slogan olarak sergilemesi şaşırttı beni açıkçası...

Alman UB-46 Denizaltısı

36,9 m. uzunluğunda, 4,4 m genişliğinde olan UB-46 denizaltısı, Almanya'nın Bremen şehrinde inşa edilmiş ve Aralık 1915 tarihinde denize indirilmiştir. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya ile birlikte savaşa katılması nedeniyle UB-46 denizaltısı İstanbul bölgesinde görevlendirilmiştir. İstanbul'a intikal seyri esnasında 2 Ekim 1916 tarihinde Ege'de 2442 grosstonluk ''Huntaral'' isimli İngiliz vapurunu torpilleyerek batırmıştır. 7 Kasım 1916'da Kırım açıklarında ''Meleni'' isimli Rus yelkenlisini batırdıktan sonra İstanbul'a dönüş emri almış ve 7 Aralık 1916'da sahilden 300 m açıkta kıç tarafından mayına çarparak batmıştır.
Denizaltı enkazı, 1993 yılında İstanbul Kemerburgaz Bölgesi Akpınar Köyü sahilinde kömür çıkarma çalışmaları sırasında bulunmuştur. bulunan enkaz, denizaltının torpido dairesi akülerin bir kısmının yer aldığı baş bölümüne ait 16m'lik bir parçadır. Enkazın diğer yarısı tüm aramalara rağmen bulunamamıştır.
This UB-46 type submarine was construced in Bremen/Germany and was put in the sea in 1915. It is 36,9 meters long and 4,4 meters wide. Due to fact that Ottoman empire and Germany were on the same side during the first world war, UB-46 was assigned its task around Istanbul area. As it was passing to Istanbul area. On 2nd october 1916, it submerged an ''Huntaral'' called 3442 grosstons weight English steamship.Through a torpedo on aegean sea, on 7th of November 1916, on the outskirts of crimea, after it submerged ''Meleni'' called Russian sailboat, it was given to order to get back to Istanbul and on 7th of december 1916 it was hit by a mine 300 meter off the shore, which hit its stern and submerged this UB-46 type submarine.
Submarine wreckage was found in 1993 in Istanbul-Kemerburgaz district on the shores of Akpınar village. During a coal exraction operation. This extracted wreckage involves partly 16 meters long torpedo room batteries on its forepart. Despite efforts, the rest of the wreckage was not found.



Çanakkale Savaşlarında boğazı geçmek isteyen itilaf denizaltılarına karşı kullanılan çelik mania ağına ait ağ demiri
(Steel net anchor used to prevent the allied submarines from passing through the strait during the first world war)

Çanakkale Savaşlarında itilaf donanmasına ait gemiler tarafından, Uğurlu/Gökçeada limanında bulundukları süre zarfında yatak demiri olarak kullanılan admiralty tipi demir. İstanbul Üniversitesi Gökçeada Deniz Araştırma Birimi
tarafından komutanlık envanterine kazandırılmış.
(Admiralty anchor used in Ugurlu/Gökceada harbours by the allied fleet during Dardanelles Campaign
optained by İstanbul University Maritime research unit.)


Namlu ve taşıma arabası, 18.yüzyıl Avrupa yapımı ağızdan dolma demir kaval top,
1940 Amerikan yapımı denizaltı torpidosu (Çap 53 cm)


Çanakkale muharebelerinde kullanılan toplar, top kürsüleri ve mayınlar...
Büyük emekler sarfedilerek cephe gerilerinden tabyalara nakledilmişler.


Ve müzenin gözdesi; Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Boğazı'nı düşman gemilerine
geçilmez kılan Nusrat Mayın Gemisi

Restore edilmiş olan aslı Tarsus'ta. Çanakkale Deniz Müzesi'nde ziyarete açık olan; aslına uygun inşa edilmiş replikası...


18/03/2016

Gittiler, Geçemediler, Geçemeyecekler!


Benzersiz bir kahramanlık destanı olan 18 Mart Çanakkale Zaferimizin 101. yıldönümü kutlu olsun!

Kutsal vatan topraklarımızı korumak ve ay-yıldızlı bayrağımızı dalgalandırmak adına tam bir birlik ve beraberlik içinde verilmiş olan bu mücadeleyi millet olarak idrak etmek ve bu bilinci gelecek nesillere aktarmak zorundayız.
Bu bir görevdir ve cennet vatanı bize emanet eden değerli atalarımıza karşı borcumuzdur.
Onlar ''Önce Vatan!'' dediler. Canlarını korkusuzca feda ettiler.
18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ve Şehitleri Anma Günü'nde bir kez daha;
Çanakkale'de şehit düşmüş on binlerce askerimizi, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm komutanlarımızı, onlara büyük bir özveriyle destek veren cephe gerisi insanlarımızı ve
gelmiş geçmiş tüm şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum.
Aziz ruhları şad olsun...

* * *

AZİZ ŞEHİDİM


Sana sesleniyorum, ey şehit oğlu şehit!

Ey göğsünde bin sancak açan yiğit,

Aradım kabrini, yaşlı gözlerle her an,

Seni gördüm, öyle büyüktün ki seraba vatan,

Bu vatan minnettardır her zaman,

Seni unutmayacağız, ey şanlı kahraman.

Ruhun cennette yükseldikçe senin,

Binlerce Fatiha, sana aziz şehidim...





* * *

GİTTİLER, GEÇEMEDİLER, GEÇEMEYECEKLER!
(They've gone, could not and will never pass!)


17/03/2016

Avustralya Denizaltı Gemisi AE2

AVUSTRALYA DENİZALTI GEMİSİ ve OSMANLI TORPİDO BOTU
AE2 - SULTANHİSAR
- ÇANAKKALE 1915 -
Sultanhisar, Fransızlar tarafından inşa edilip 1907 yılında denize indirilmiş 40 metre uzunluğunda bir torpido gemisiydi ve 1928 yılına dek görev yaptı. 17 mürettebatı vardı.
97 ton ağırlığındaydı ve 3 adet 450 milimetrelik torpido kovanıyla 2 adet 37 mmlik top taşımaktaydı.

Avustralya Kraliyet Donanması'nın AE2 Denizaltı Gemisi, Birinci Dünya Savaşında (1914-1918) Çanakkale Boğazı'nı geçen ilk denizaltı gemisidir. AE2 yeni kurulan Avustralya Kraliyet Donanması için İngiltere'de 1913 yılında zamanın en gelişmiş teknolojisine sahip olarak yapılan iki denizaltı gemisinden biriydi. AE1 Yeni Gine açıklarında devriye gezerken bilinmeyen bir nedenle battı.
AE2, Aralık ayında Çanakkale Savaşlarına hazırlanmak üzere Mısır'a giden Avustralya ordusunun 2nci grubuna refakat etti.
Dünyanın öbür ucuna 14 ayda 56 bin kilometre yaparak gidip gelen (İngiltere'den Avustralya'ya ve Avustralya'dan Türkiye'ye) Avustralya'nın ilk denizaltı gemisidir.

AE2, Gelibolu Yarımadası'na çıkarmanın yapıldığı 25 Nisan 1915 sabahının erken saatlerinde yoğun olarak mayınlanmış ve tahkim edilmiş Çanakkale Boğazı'nı su altından geçmeyi başardı. AE2 top atışına maruz kalmasına, Osmanlı gemileri tarafından takip edilmesine ve iki defa karaya oturmasına rağmen Marmara Denizi'ne ulaştı ve arkasından gelecek diğer denizaltı gemilerine örnek oldu. Denizaltı gemisine gördüğü her şeyi batırma ve Osmanlı'nın Gelibolu Yarımadası'na yönelik deniz ulaştırmasına saldırma görevi verilmişti. AE2 bir karakol gemisine torpido hücumu geliştirdi ve Osmanlı gemilerini beş

16/03/2016

Çanakkale Deniz Savaşı'nda Batırılan İlk Gemi: Bouvet

Tarih boyunca ülkemiz topraklarına göz dikildi. Bu uğurda nice canlar verildi. Ortak paydaları hep aynıydı:

Topraklarımızı ele geçirmek üzere savaş planları yapmak, sinsice ve alçakça saldırılar düzenleyerek kan dökmek...

Bouvet, Çanakkale Savaşı'nda, filoda yer alan en eski zırhlı olması nedeniyle Boğaz'dan ilk giren ve şu an Çanakkale Boğazı'nda enkazı yatmakta olan Fransız Muharebe Gemisi...

18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nın 7 mil içinde filo halinde ilerleyen 4 Fransız gemisinin soldan 3'üncüsü idi Bouvet. Suffren, Goulois, Charlemagne adlı Fransız gemileri ve İngilizlerin Triumph, Prince George adlı gemileriyle birlikte 3.tümende yer alıyordu. Yapılan savaş planına göre önce 3. tümen boğaza girecek, tabyaları ateşe tuttuktan sonra yerini 2. tümene bırakıp boğazdan çıkacaktı.

Birinci hat ilk saldırıyı gerçekleştirdikten sonra komutanın emriyle ikinci hat gemiler ön plana çıkmıştı. Bouvet, bu plan itibariyle görevini bitirmiş, ancak Türk top atışlarına maruz kaldığından hasar almıştı. Boğazdan çıktığı esnada bu kez sağ topunun tam altından Nusrat Mayın Gemisi'nin döktüğü mayınlardan birine çarptı ve manevra kabiliyetini kaybetti.
Yan yatarak ve yanarak kısa bir süre içinde Boğaz'ın sularında kayboldu...

(Bu fotoğraflar Çanakkale Deniz Müzesi'nde çekilmiş olup, alttaki bilgiler müzeden alınmıştır.)

BOUVET'İN BATIŞI
18 Mart 1915 günü üç hat şeklinde ilerleyen İtilaf Donanması'ndan Fransız Muharebe Gemisi Bouvet, 14.50'de Nusrat'ın 8 Mart 1915 gecesi Erenköy Limanı'na sahile paralel olarak döktüğü mayınlardan birine çarptı ve büyük bir patlama meydana geldi. Kıyı tabyalarımızın da yoğun ateş desteğiyle üç dakika içinde sulara gömülen Bouvet zırhlısında bulunan 603 personelden hayatta kalan 30 personeli küçük gemilerle denizden toplandı.
SINKING OF BOUVET
On 18 March 1915, at 14.50, French Battleship Bouvet of the Allied Navy, approaching one of the mines laid by Nusrat Mine Layer parallel to Erenköy Bay on 8 March 1915 and a big explosion occured. With the support of the heavy fire from the shore batteries, Bouvet had sunk in three minutes and 30 survivors out of 603 had been collected by boats.

Bakalım Turgut Özakman DİRİLİŞ adlı kitabında Bouvet'le ilgili (s:685 ) neler yazmış:

''...
Kader Bouvet'in ağır ağır batmasını uygun görmedi. Gemi Karanlık Liman’a kayıyordu. Orada Nusrat’ın hâlâ keşfedilmemiş 18 mayını vardı. O kutlu suyun derinliğinde kuzu kuzu yatmaktaydılar.

Sürüklenen Bouvet'in yaralı gövdesi bunlardan birine değdi. Göğü çatlatacak şiddette bir patlama oldu. Havaya kızıl bir duman yükseldi. 45 denizci denize döküldü. Gemi ancak iki dakika su üzerinde kalabildi. Birdenbire alabora oldu. Kaptan Rageot, 20 subay ve 600 erle birlikte batıp gözden kayboldu.

Saat 14.10'u gösteriyordu.

Bouvet'in battığını gören çakılı, zengin, sahte bataryaların mürettebatı, gözcüler, subaylar, erler açığa çıktılar, sevinçleri yüreklerine sığmıyordu. Binlerce ağızdan gök gürültüsü gibi bir sevinç haykırışı, bir şükran çığlığı yükseldi:

''Allah-ü ekber!''

Yorgun gazilere yeni bir can geldi.
Sağ kalanları kurtarmak için torpidobotlar olay yerine üşüşmüşlerdi.
Türk tabya ve bataryaları, kurtarma çalışmalarını engellememek için bir yerden emir almış gibi hep birden ateşi kestiler.
Başka uzak hedeflere yöneldiler...''




13/03/2016

Alçaklar Yine Ankara'daydı!

Olaydan yalnızca 10 dk kadar önce ABD Büyükelçiliği’nin kendi vatandaşlarını Ankara'da yapılması olası bir terör saldırısına karşı uyardığı haberini okumuştum.
Büyükelçilik uyarıyı kendi sitesinin İngilizce kısmında yayımladığı bir mesajla duyurmuş ve saldırının Anıtkabir’in de içinde yer aldığı Bahçelievler bölgesinde yapılabileceğini işaret etmişti. ''Olasılık nedir? Bizler için neden benzer bir uyarı yok?'' düşünceleriyle mücadele ediyordum tam da...

İşte yine bombalı, alçakça bir saldırı! Akşam saatlerinde evine dönen masum vatandaşları hedef alan korkunç bir katliam daha! Kimin yaptığına dair resmi bir açıklama yok. Her seferinde olduğu gibi Twitter donduruldu ve RTÜK'ten olayla ilgili yayın yasağı geldi hemen...

Neden yine Ankara?
Elbette ki bilinçli bir seçim. Başkentte terör demek uluslararası bir mesaj demek. Öncelikli amaç ülkenin merkezindeki güvenliğin ne kadar yeterli olduğuna dikkat çekmek. Korku, panik, güvensizlik ortamı ve moral çöküntüsü yaratmak, ülke geneline yaymak...
İşin içine farklı aktörlerin dahil olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Biliyoruz ki terör bir toplum için en etkili yıldırma yöntemi. Şehitlere alıştırılmaya çalışılıyorduk. Katliamlara, bombalara da alışalım isteniyor.
Bombalar üzerinden olaylara bakış açımız değiştirilmek isteniyor.
Alışmayalım, alıştıramasınlar! Tam tersine mücadele kararlılığımız artsın!
Unutmayalım, hiçbir terör örgütü devlet ve millet kadar güçlü değildir...

Ve yine unutmayalım ki eyleme geçmiş başka bir şey daha var: Cehalet
Takım tutar gibi parti tutmak, önünü, ardını, geleceğini göremeyecek kadar kör ve sağır olmak, sebebimiz...
Terör karşısında örgütlenmekten başka çaremiz yok. Birlik, beraberlik ve kararlılık içinde dik durmayı öğrenmek, yoktan var edilmiş bir ülkenin yitip gitmesine seyirci kalmamak zorundayız.

Bu alçak saldırıda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, milletimize başsağlığı diliyorum...

08/03/2016

Gojy Berry, Ekşi Maya ve Biraz Tebessüm

Sizin de başınıza gelmiştir. Son dönem internette hangi sayfaya girsem bir köşesinden karşıma mutlaka goji berry çıkıyordu.
Bu durum hoşuma gitmese de merakıma yenik düştüm en sonunda.

Ülkemizde pek bilinmeyen bu bitkiyi mercek altına aldım.
Yerli yabancı pek çok kaynaktan yaptığım araştırmalar sonucu gojy berry'nin gerçekten de ''süper meyve'' tanımını hak ettiğine inandım. ''Kurt üzümü'' olarak da bilinen gojy berry, bel çevresi ve göbek inceltme özelliği bir yana, dünyadaki besin değeri en yüksek meyveler arasında başı çekiyor.

Çin’de tıp alanında 2000 yıldan beri kullanılan güçlü bir andioksidan olmasının yanı sıra tam bir protein ve kalsiyum deposu. 100 gr kurutulmuş goji berry içeriğinde 112 mg kalsiyum, 148 mg C vitamini, 9 mg demir, 19 ayrı aminoasit, % 13 protein, yüksek değerde betakaroten, 21 iz minerali, çinko, demir, fosfor, potasyum, selenyum ne ararsanız var. İnsan sağlığı için faydaları saymakla bitmiyor. Araştırın bakın, siz de göreceksiniz...

Sonuç olarak, başlangıçta itici gelen bu meyveye sempati duymaya başladım. 2 haftadır her gün gojy berry tüketiyorum. Yani öyle çayıyla falan uğraşmadan, direkt yiyorum. Tadı ilk saniyelerde ağzınıza acı biber atmış hissi verse de sonrasında severek yiyebileceğiniz bir aromaya sahip. Sağlıklı ve fit olmaya ciddi katkısı var, tavsiye ederim.

Asıl söylemek istediğim ise; birkaç gün önce çekirdeklerini toprağa ekmek suretiyle evde gojy berry yetiştirilebileceğini okumuş olmam. Hem de kısa bir sürede ürün alınıyormuş. İyi ama benim yediklerimde çekirdek yoktu. ''Tıpkı kuru üzüme benziyor, çekirdeği olsa farkederdim,'' diye şaşkınlık yaşarken bir de baktım ki çekirdekleri haşhaş tanesi kadar küçük oldukları için farkedilmiyormuş sadece. Merak insanın yakasına yapıştı mı bırakmıyor bir türlü. E, o zaman ne yapmalı? O minnak tohumlardan bir miktar çıkarıp küçük bir saksıya ekmeli. Bugün bir baktım. Aaaa? İki gün içinde filizlenmişler bile. Bunlar size fikir olsun. Bakalım gelişmeler ne şekilde olacak, burada paylaşacağım...

Epey bir süredir dikkatimi çeken diğer bir konu ise; ekşi maya.
Biliyorsunuz, gündemde hazır mayaların insan sağlığı için son derece zararlı olduğu, bu mayaların genetiğinin değiştirildiği, sodyum benzoat gibi katkı maddeleri ilave edildiğine dair can sıkıcı haberler var.
Hamur işleri ve maya ile fazlasıyla haşır neşir olan, hatta evde sık sık ekmek yapan biri olarak bu durum bende sıkıntı yarattı tabii. Zaten hazır mayalarla yapılmış yiyeceklerin kısa bir sürede bayatladığını bilmeyenimiz yok. Sonuçta; evde hazırlanmış doğal mayanın son derece sağlıklı, besleyici, vitamin ve mineral açısından zengin olduğu, bu nedenle ''ekşi maya'' diye bir furya başladığını bildiğimden bu işe ben de soyundum...
Evde ekşi maya yapımı kolay ama sabır isteyen bir iş.
Artık benim de bir kavanoz içinde beslediğim ve sarıp sarmalayıp evin bir köşesinde uykuya yatırdığım canlı organizmalarım var :)
Bugün 6. gündeyim. Adettenmiş, her gün fotoğrafı çekiliyor. Görmüş olduğunuz; bu sabah besledikten sonra, yani uykuya yatırmadan az önce çektiğim fotoğrafı. Göz göz olup kabarma olayı bugün maksimum düzeyde çünkü.
Kendi imalatım olan mayayla yaptığım ekmek güzel olacak mı, onu da merak ediyorum.

Ve biraz da tebessüm...
Yanda gördüğünüz hanım, ünlü ve de akil(!) arabeskçilerimizden birinin eşi.
Son birkaç gündür kim bilir kaç kez rastladım bu fotoğrafa ve ilgili habere.
Pek çoğunuz görmüştür zaten...

Bu hanım ile köşe yazarlarından biri gördüğünüz fotoğraf yüzünden polemiğe girmişler. Merak edip okudum haliyle...
Instagram'da fotoğraf paylaşan pek çok kişi gibi photoshop olayının nimetlerinden faydalanmak istemiş hanımefendi. Ya da filtre mi deniyor nedir tam bilmiyorum, ondan kullanmış. Bir fotoğraf programıyla, dilediğiniz şekilde incecik olabiliyorsunuz hani. Kırışıklarınız sıfırlanıyor, hatta gözlerinizi falan istediğiniz renk yapabiliyorsunuz. Daha bir sürü özellik...
Ünlülerin fotoğraflarında da mutlaka kullanıldığı söyleniyor.

Fotoğrafa bir bakar mısınız şimdi? (Tıklayıp büyüterek bakın lütfen.)
73 yaşındaki kadın resmen bir afet olmuş. Olmuş ama bulunduğu ortamda kapı baca, cam, çerçeve ne varsa, çiçekten vazoya kadar onlar da birer afet olmuş :)


07/03/2016

Hişt Hişt!

İnsanın aklını oynatması işten bile değildi.
''Hişt Hişt!'' diyordu durmadan. Bazen yalnızca birkaç kez, bazen yarım saat boyunca, aralıksız...
Kimi zaman insan sesine benzeyen, kimi zamansa bilim kurgu filmlerinden fırlamış mekanik bir tonla sesleniyordu:
''Hişt Hişt! Hişt Hişt!''

İyiden iyiye önemsemeye başlamıştım onu. Günlerce ya da haftalarca görünmediği oluyor, ancak eninde sonunda yine çıkıp geliyordu. Hayatımın bir parçası haline girmişti.
Dahası; sesinde biraz keder varsa, hüzünlü bir hece haline girmişse ''Hişt!'' o gün üzücü şeyler yaşanıyor, peş peşe ve melodik biçimde şakıdığı ''Hişt''ler ise sevinçli haberler getiriyordu.
Nereye gitsem o yöne geldiği zamanlar oldu. Sanki beni takip ediyordu. Evin hangi odasında, hangi köşesindeysem oraya en yakın noktayı mekan tuttu;
''Hişt Hişt! Hişt Hişt! Hişt Hişt!''

Yalnızca ben mi duyuyordum bu sesi yoksa? Bilincim akışı değiştirme çabasında mıydı? Farkındalık ya da yanılsama, adı her ne ise labirentlerde kayboluyor gibiydim. Beynim normal ve klasik işleyişini bir yana bırakıp ötelere götürüyordu beni. Başka boyutlarda gezindiren hoş ama bir o kadar da ürpertici bir duyguydu kesinlikle...
Onu epey bir süre aradım. Günlerce... Yalnızca bir kez görebildim. Bir daha asla!
Bir kuş türü bu. Hayatımda daha önce hiç görmediğim cinsten. O kadar küçük ki. Bir serçenin yarısı kadar.

Görseldeki çam ağacının içindeydi o an. Ancak, görüntüsünü alabilmek mümkün değil...
İki gün önce ancak bu kareyi çekebildim. Varlığı orada biliyorum. Ben onu görüyorum...
Peki ya sesi?
O da aşağıda, Sait Faik Abasıyanık'ın ''Hişt Hişt!'' adlı öyküsünden alıntı satırların tam ortasında...
Aynı günün akşam saatleriyle gelen yağmurla birlikte ''Hişt Hişt!!'' diye sesleniyor yine...
Bir şeyler anlatıyor adeta, bir şeyler haber veriyor.
Hüzün mü var bu kez yoksa sevinç mi?
Neyi haber veriyor? Ah bir bilebilsem....

Hist Hist!